Şimdiki gençler bilmez. Türkiye’de 5 Nisan 1994’te ne oldu? 5 Nisan, biz gibi kırk yaşın üzerindekilerin memleketimizde hatırlayacağı bir gündür.
Nisan şakası gibi; abiler, amcalar, dedeler iyi bilir. Türkiye’nin ekonomik krizlerle dolu tarihinde 5 Nisan, düşük faiz, enflasyon, kur şoku, ortalık toz duman tam bir kriz. O gün ellinci hükümetin başında, DYP genel başkanı Tansu Çiller ve koalisyon ortağı olarak da SHP genel başkanı Murat Karayalçın bulunmaktaydı. 1991 yılından itibaren ekonomiyi yöneten Tansu Çiller aynı zamanda ekonomi alanında profesör unvanına sahipti. O yıllarda Türkiye’de kamu harcamaları çok yüksek boyutlara ulaşmış ve bu durum ülkeyi istikrarsız ve karmaşık bir sürece sokmuştu. Bütçe açığını gidermek için seçilen yollar da ülkeyi krize sürüklemişti. Özel bankaların yüksek faizle mevduat topladığı bu süreçte Çiller, kamunun borç yükünü ve yüksek faiz ödemelerini azaltmak için odak noktasına faizleri düşürmeyi koymuştu. Ancak o dönemde bağımsız Merkez Bankası tarafından talimatla, faizler düşmediği için (şimdilerde farklı mı bilmem) hazine ihaleleri iptal edildi. Borçlanma gerçekleşmeyince de özelleştirme yolu seçildi fakat bu da yargı tarafından engellendi. Hazine sürekli olarak para basmaya başladı. Dolar hızla yükseldi ve Türk lirası ciddi bir şekilde değer kaybetmeye başladı. (yüzde yüz atmış) Faizler %400 civarına çıktı ve dövizle ithalat yapan firmalar borçlarını ödeyemez hale geldi. İflaslar başladı. Özellikle ilçemizde dışarıdan ithal tomruk getirip bunu iç piyasada vadeli çek senetle satanlar çok zor durumda kaldılar. İflas edenler bile oldu. Türk lirası ciddi bir devalüasyon geçirdi ve iğneden ipliğe her şeye korkunç zamlar geldi. Sonunda IMF ile standby anlaşması yapıldı ve birçok banka battı. Yaklaşık 10 banka TMSF’ye devredildi. Enflasyon %125 civarına çıktı. Günümüzdeki benzerliklerden biri düşük faiz oranı ısrarıyla yaşanan kur şoku, diğeri ise ülkeyi yönetenlerin ekonomist olması. Ancak o dönemde hükümetin faiz ısrarı kısa sürdü.”
Beşaltı ay gibi bir sürede hayat normale döndü. Şimdi ise durum genele yayılarak ilerliyor ve maliyeti de artıyor. O dönem birkaç gün içinde dolar sekiz liradan kırk iki liraya yükseldi. Maalesef ülkede kötü yönetimle krize yol açan siyasetçiler de krizi kötü yönettiler. Kurtuluşu pansuman tedbirlerine başvurmakta buldular. İçerdeki kötü durumlardan hedef gösterdikleri “yabancı güçlerin” sorumlu olduğunu söylemeye başladılar. Çareyi Merkez Bankası tarafından basılan para da buldular. O yıllarda otuzlu yaşlarıma merdiven dayayan genç bir tüccarım ve ilçe sanayisinde mobilyacılara malzeme satıyorum.
Sektörümüz genellikle kışın durgun geçer. Hem mevsim şartlarından dolayı üretim azalır, hem de diğer temel ihtiyaçlar bu mevsimde mobilyanın önüne geçer. Bahar ayları ile sektörümüz canlanır. Düğünler ve ev değiştirmeler mobilya ihtiyacını öne çıkarır. Beş Nisan krizi ile mobilya sanayisi de ciddi bir yara aldı. Satışların büyük bir bölümü vadeli çek ve senetlerle gerçekleştiriliyordu. Mobilya imalatçılarının büyük bir bölümü malını İstanbul Bayrampaşa’daki toptancılara verirdi. Bayrampaşa’daki mobilya toptancıları da İstanbul’un perakende satan mağazalarına mal verirler, aldıkları mobilyaların ödemesini mağaza müşterilerinin ve perakendeci mağaza sahiplerinin senetleri ile yaparlardı. İnegöl mobilyacıları da aldıkları bu senetlerle malzeme alırlar. Biz malzemeciler de bu senetleri aldığımız fabrika ve toptancılara ciro edip verirdik. Bu kâğıt parçaları ticaretimizin ve sermayemizin ana kaynağıydı. Fabrika ve toptancılara verilen bu senetler bankalara tahsile veya kredi karşılığında teminata verilirdi. Bir kısmı ödenirken bir kısmı protesto olup ödenmezdi. Bu ödenmeyen senetler belirli bir süre sonra bize ulaştırılırdı. Malzemeciler genellikle bu protestolu senetleri ödemek için bir buçuk aylık şahsi çeklerini kullanırlardı. Mobilyacılardan bu ödenmeyen protestolu müşteri senetlerini tahsil etmek için süre verirdik ve genellikle İstanbul Bayrampaşa esnafından bu senetlerin ödemelerini alana kadar canları çıkardı. Ödemeleri, ne zaman isterseler veya mobilyacıya ihtiyaçları düştüğünde yaparlardı. “Alamadık, gelmedi, yan yattı, çamura battı” gibi durumlar da yaşanırdı. O dönemde mobilyacılarla yaşadığımız en büyük sorun bu protestolu senetlerin tahsiliydi. Tabii ki bu sorun Nisan krizinde daha da ağırlaştı. Bir taraftan yüksek enflasyon diğer taraftan ciddi fiyat artışlarıyla mücadele etmek zorunda kaldık. Toptancılar ve fabrikalar bizi sıkıştırmaya başladılar. Tabii ki biz de mobilyacıları sıkıştırırdık. O zaman adet olduğu üzere hiçbir mobilyacı karşıdan ödeme almadan cebinden çıkarıp, “Bu da benim borcum.” diye ödeme yapmazdı. Kriz nedeniyle firmalar zor durumda, birçok mobilyacı dükkanını kapatıyor. Ramiz bir gün “Bu şartlar altında dükkânı çevirmek çok zor. Zarar ediyorum. Dükkânı kapatacağım” dedi. Ramiz yıllarca İstanbul’da yaşamış babası emekli olunca ilçemize yerleşmiş, çoğu İnegöllü gibi mobilyaya heves edip mobilyacı olmuş. Hem arkadaşım hem de müşterim. “Kamyonet alıp nakliyatçılık yapmayı düşünüyorum, sen de yardım edersen senin buradan müşterilerine malzeme taşıyayım.” Ben de “Nakliyatçılık zor iş.” o zamanlar forklift yok malzemeler elle sarılıyor, elle indiriliyor.
Düşündüm “Yardımcı olayım. Boş ver kamyonetçiliği, sana arkası kapalı minibüs alalım. İstanbul’u avucunun içi gibi biliyorsun, mobilyacıların eksik parçalarını, kırılan cam aynaları vb. gibi malzemeleri götür. Bizim de protestolu senetlerimiz oluyor, bunları da hızlı bir şekilde tahsil et. Biliyorsun fabrikadan gelen protestolu senetleri biz ödüyoruz, alacağımızı mobilyacılardan tahsil etmekte zorlanıyoruz, onları da İstanbul toptancısı sallıyor. Dönüşte de İnegöl’de aksesuar satan esnafa İstanbul’dan mal getirirsin.” Bu teklifim kafasına yattı, “Bir düşüneyim.” dedi. Birkaç gün sonra geldi, “Tamam,adaş anlaştık.” dedi. Arkası kapalı Hyundai marka bir minibüs aldık ve Ramiz işe başladı. İşleri iyi gidiyordu, İstanbul’u iyi bildiği için senet tahsilatımız hızlanmıştı. Bu tahsilatlar, bize protestolu senet borcu olan müşterilerimizi de memnun etti, toptancılarla uğraşmaktan kurtulmuşlardı. Ama Bayrampaşa toptancıları bundan hiç memnun olmamışlardı, bu protestolu senetlerin paralarını genellikle protestodan kısa bir süre sonra hatta bazılarını ödeme gününden önce alıyorlardı. İnegöl’e bu ödemeleri iki üç ayda öderken bu süre zarfında parayı kullanıyorlardı. Üç ay deyip geçmemek lazım, enflasyon ve faizlerin bu kriz döneminde yüksek olduğunu düşünürsek bu onlar için iyi bir getiri sağlıyordu. Ramiz genellikle pazartesi akşamı yola çıkar, cuma akşamı gelirdi. Hafta sonunu ailesiyle İnegöl’de geçirirdi. Pazartesi yanıma uğrar, hesap görür, geçen hafta ve gelecek haftayla ilgili istişare yapar, yeni bir şey varsa onları alır. O haftayla ilgili başından ilginç bir şey geçmişse anlatır, bazen güldürür bazen hüzünlendirirdi.
Yine bir pazartesi günü, hesabı görmüş, yeni gelen protestolu senetleri vermiş. Bir taraftan çayımızı yudumlarken bir taraftan da sohbet ediyoruz. Ramiz, “İnegöl mobilyacısını dertten kurtardım. SSH işi vardı, hallettim.” dedi. SSH, mobilya sektöründe satış sonrası hizmet demek. Satılan mobilyalar genellikle ambalaj ve nakliye sırasında zarar görür veya eksik parça olur. Bu zarar gören veya eksik giden parçalar üretici firma tarafından karşılanır ve yenileri gönderilir. Ücret alınmaz. Bu olay mobilya üreticilerin en çok sıkıntı yaşadığı şeydir. “Hangi SSH?” dedim. “Uzun zamandır üzerindeyim. Sanayinin birçok mobilyacısının ürün verdiği İstanbul’da meşhur bir alışveriş merkezi var. Satış kabiliyeti yüksek, ödemeleri düzgün, tek sıkıntı SSH... Mobilyacılar bıkmış, ne kadar titizlik gösterseler de bu alışveriş merkezinin deposundan SSH çıkıyor.”
Depo sorumlusu ile muhasebe ve pazarlama departmanları ayrıdır. Mobilyacıların muhatap oldukları bölüm topu depo sorumlusuna atıyor. Depocu da muhasebeye. Mobilyacılarda, işlerinin bozulmaması için çok fazla ses çıkarmazlar ve suçu nakliyecilere atarlar, sürekli kavga ederler. Ben de İstanbul’a her gidişimde bu firmaya mobilyacı arkadaşlarımdan SSH parçaları götürürüm. Gidip gelirken depo sorumlusuyla arkadaş olduk. Birkaç kez ona köfte bile götürdüm. Hanımının Babasultanda akrabaları varmış, bana da kayınço demeye başladı. Ben de SSH getirdiğim mobilyacı arkadaşlarımdan birinin Babasultanlı olduğunu söylediğimde, “Bir şeyim olup olmadığını, ne kadar tanıdığımı ve getirdiğim parçalar için ne kadar nakliye ücreti aldığımı” sormaya başladı. Ben de “Çocukluk arkadaşım kendi yağıyla kavruluyor, kardeşleriyle birlikte çalışıyor. Ayda yüz yüzelli sehpa anca yapabiliyorlar” dedim. “Niye sordun?” cevap vermedi ve sehpacının ismini ve firmasını not defterine yazdı. Bir süre sonra bana döndü ve “Bundan sonra onun SSH parçaları bende olmaz. Benden de bir şey duymadın kimseye de bir şey söyleme.” dedi. Ben de “Tamam dedim, ancak baştan bir şey anlamadım. Aradan bir süre geçti ve sehpacı arkadaşa sordum. “Durumlar nasıl? Göndereceğin SSH parçaları var mı?” diye sordum. O da “Valla nakliyatçıyı değiştirdim, iki seferdir hiçbir sorun yaşamadım. Kusura bakma, sana iş yok” dedi. güldüm. Artık depo sorumlusundan şüphelenmeye başlamış, işi çakmıştım. Bir aydır onu gözlemliyorum, depo sorumlusunun bazı dolaplar çevirdiğini fark ettim. İki üç günde bir yanına uğramaya başladım. Bir gün bana “Araban müsaitse mesaiden sonra uğra, bir takım yatak odası var, Topkapı’ya atıver” dedi. “Olur” dedim. Topkapı dediğinde mobilya sektöründe bitpazarı akla gelir. Orası orta direğin alışveriş merkezi haline gelmiştir. Bitpazarı, Trakya garajının hemen arkasındadır. İğneden ipliğe her şeyin eskisini yenisini uygun fiyata bulabileceğiniz bir yerdir. Buranın esnafı genellikle İnegöl’den mobilya almazlar, çünkü fiyatları pahalı gelir ve alırlarsa da mallar genellikle modası geçmiş, arge tabir edilen ilk yapım ürünler olur. Kıyısı köşesi çizik eksik takımlardır. İnegöl’den direkt mobilya almasalar da tezgahlarında Yine de İnegöl mobilyaları satılır. Bu mallar genellikle İnegöl mobilyacılarını dolandıran üçkağıtçıların yok pahasına sattıkları yani bozdurdukları mobilyalardır. İnegöl’de dolandırılan yani tabiri caizse çarpılan mobilyacılar ilk önce mallarını aramaya Topkapı bitpazarına giderler ve mallarının bir kısmını buradaki esnafların teşhirinde bulurlar. Depo sorumlusu, yatak odasını Topkapı’nın meşhur mobilyacısı Füze Yılmaz’a götürmemi, fiyatını söyleyip, parasını alarak, alacağım parayı da “Bir ara geçerken verirsin” dedi. Yılmaz abiyi tanırım, kapının önünde oturmuş tespihini şıkırdatıyor. “Hayrola Ramiz sen buralara düşer miydin?” Epey zamandır Topkapı’ya gelmemiştim, eskiden alışverişlerimiz olmuştu. “Abi bir yatak odası getirdim.” depo sorumlusunun ismini söyledim. “Hatır için rica etti nakliyesini yaptım. Mobilyacılığı bıraktım nakliye işleri yapıyorum” “Tamam indir. Gel çay söyleyeyim.” dükkanın içinde on numara İnegöl mobilyaları var. Etiket fiyatları da İnegöl’deki mağaza fiyatlarının yarı fiyatı. İşimi bitirip yılmaz abinin yanına gittim.
“Çayları söyledi, sonra oradan, buradan sohbet başladı. Bir ara bana döndü:
“Ramiz, doğru söyle. Şirketin içinde sen de mi varsın?” Baştan anlamadım. Füze Yılmaz, biraz löm sözlü bir adamdı.
“Anlamadım abi” dedim,
“Ulan, bir saattir anlatıyorsun. Mobilyacılığı bıraktım, nakliyat işi yapıyorum. Şöyle adamın işini yapıyorum, böyle adamın işini yapıyorum. Bunlar İnegöl’ün dürüst esnafları. Ee, (depo müdürünün ismini söyleyerek) bu çakalla ne işin var o zaman?”
“Abi yanlış anladın, benim ne işim olacak! o firmaya İnegöl’den SSH parçaları getiriyorum, rica etti, bende bu taraflarda işim vardı getirdim” Güldü.
“Ramiz bizi yeme ulan, biz kaçın kurasıyız”. Ben işi çakmaya başlamıştım. “Yemin billah abi, benim bir şeyden haberim yok.”
“Bu puştun çevirdiği filmler ortaya çıkacak ama ne zaman?”
“Oğlum Ramiz, bilirsin seni severim. Bu işin faturası ağır olacak. Bu fırıldağın foyası yakında ortaya çıkar, bundan uzak dur!” Ben de :
“Hele, Yılmaz abi, anlat bakalım şu filmi.”
“Bak, benden duymadın, kimseye de anlatma.”
Meğerse bu depocu, SSH eksikliği diye İnegöl’den getirttiği mobilya parçalarını birleştirip mobilya haline getiriyormuş. Mobilyanın bir gün yanı eksik, bir gün kapağı, bir gün komodin, ayna derken takımı tamamlıyormuş. Bu mobilyaları da Topkapı’daki bitpazarına satıyormuş. Tabii sudan ucuz. Sehpacı arkadaşın SSH’sının kesilmesi de ondanmış. Bunu öğrenince canım epey sıkıldı. İnegöl’e gelince, bu firmayla ticaret yapan mobilyacı arkadaşları tek tek gezip durumu anlattım. Bu alışveriş mağazasına mal veren ve nakliyatçılığını yapanlarla toplantı yaptık. Bir heyet oluşturdular. Bana da rica ettiler. Hafta içi firma sahibi ve müdürlerinden randevu almışlar, beni de İstanbul’dan alıp firmanın merkezine gittik. Olan biteni anlattık. Sahibi helal süt emmiş bir adamdı. “Bakalım, sorayım, doğru mu? Olamaz” gibi laflar etmeden muhasebe müdürünü çağırdı. Bizim yanımızda talimat vererek depo sorumlusunun iş akdine son verilmesini söyledi. Yanındaki müdüre dönüp “Şirket avukatınla görüş, hukuki süreci derhal başlatın” diye emir verdi. Firma sahibi hepimizden özür dileyip helallik istedi. “Yapacağımız bir şey var mı?” dedi. Heyet başkanımız beni göstererek “Ramiz Bey’in katkıları büyük. Biz bir şey istemiyoruz, müsaadenizle Ramiz Bey’in evinin beyaz eşyalarını yenileyelim.” Patron “Hay hay” dedi. Evi baştan aşağı yenilediler. TV, buzdolabı, halı, çamaşır makinesi vb. Yani anlayacağın, bu firmaya mal verenler benim hakkımı zor öderler.
“Yine bir pazartesi günü, işimiz bitmiş, Ramiz’le laflıyoruz. Ramiz, “Abi, bu hafta çok ilginç bir olay oldu’ dedi.” Anlat bakalım.” “Süleymaniye mahallesinde caminin tam karşısında laz bakkal vardır. Yıllardır ordadır bilir misin?” “Bilirim Hasan amcanın bakkalı” “Ben de karşı aralıkta gönül açan sokakta oturuyorum. Oğlu Dursun var. Muhasebeci, zaman zaman bakkalda durur. Onu tanır mısın?” “Şahsen tanırım ama samimiyetim yok. Bir ara bizim muhasebecide staj yapmıştı. Yırtık bir oğlan. ee ne olmuş ona” “Bir dakika abi anlatıyorum. Asker arkadaşından selam getirdim.” Yüzümü ekşittim. “Bana ne oğlum Dursun’dan ister dursun isterse durmasın.” “Bi sabret abi. Esprin güzeldi ama dur bi anlatayım. Cuma akşam üstü İstanbul’dan dönüyorum. Bulutlar gökyüzünü kaplamış, ahmak ıslatan misali hafiften bir çisenti yağmur. trafik her zamanki gibi keyfince tıkanan, canı isterse açılan, yaşayan bir trafik türü. Yolda yüzle giderken trafik birden kitlenir. Hayırdır kaza mı oldu? Yol çalışması mı var dersin etrafta kaza, yol çalışması yoktur. Sonra birden trafik açılır. Neden trafik tıkanmıştır? Kimse bilmez. Bazen beş kilometre yolu, birbir buçuk saatte geçemezsin. Adamı çıldırtır. Mantığın bittiği, çilenin başladığı bir kâbustur. Tıkanmak için bahane arayan İstanbul trafiği, hafif çiseler tıkanır, yağmur yağar tıkanır, kar tanesi daha yere düşmeden tıkanır. Manyağın biri köprüye çıkar, çift yönlü tıkanır. Kaza olur, tıkanır. Maç olur, tıkanır. Bunlardan hiçbiri yoksa o yine bir neden bulur, tıkanır. Bazen bu trafik sıkışıklığında gördüğüm manzara; ne çok insanın direksiyon başında burnunu karıştırıyordur diyebileceğim durumlar..
Hafta sonu genellikle akşamüstü bu trafik sınıf ayrımını ortadan kaldırır, zenginle fakiri buluşturur. Bir işçiyle patron bu trafik sayesinde her yere aynı sürede gider. Üstelik bir tanesi ultra lüks aracının içinde yayılırken diğeri belediye otobüsünde, yanındaki nefes alınca içinde hisseder. Otobüsteki genç şöyle der: “Abi, ben bu trafik sayesinde ömrümde görmediğim arabaları yakından gördüm. Ferrari, Maserati, Lamborghini; bunlarla bu trafik sayesinde yarıştım. Tek farkımız, onların sağ koltuklarında güzel bayanlar. Karayolları da bizim yanımıza aynısından versin bak o zaman! İşte İstanbul trafiği valla tadından yenmez.”
Sağ şerit, sol şerit, emniyet şeridi; bir o yandan bir bu yandan yardırıyorum. Arkadan gelen ambulansa yol verdim, önüme geçince kurnazlık yapıp takıldım arkasına. Mahmutbey gişelerine yaklaştıkça trafik iyice tıkandı, durdu duracak. Gişe çıkışından sonra araçlar, baharda damdan yeni çıkmış danalar gibi böğürerek kısmen açılmış yola atlıyorlar. Gişe çıkışında çoğu zaman polis uygulaması olur, bazen bilinçli bazen de kim denk gelirse durdururlar.
Ehliyet, ruhsat, GBT sorgulaması... Şüpheli durumlarda da arama yaparlar. Sivil giyimli bir polis memuru beni de durdurdu, eliyle işaret ederek az ilerideki uygulama noktasına yönlendirdi. Önümde bekleyen ticari panelvan minibüsler ve boş taksiler sıralarını bekliyorlardı. Uygulama noktasında küçük bir bina vardı. Binanın giriş kapısının önünde polisler ve acayip giyimli, bazıları mini eteklerinin altında parlayan fileli çorapları bayanlar tartışıyorlar.
Biraz daha yaklaşınca bayanların normal bayan olmadığını, o biçimler olduklarını fark ettim. Bağırış çağırış, küfürler gırla. Polisler önümde çevirmeye takılan arabalara tek tek müdahale ederek, o biçimleri arabalara bindirmeye çalışıyorlardı. Ama curcuna o biçimdi. Arabadan indim. Beni çeviren polise sordum, “Memur bey, hayrola?” Polis, bir bana bakıp bir de arabanın plakasına baktı, “Nerelisin sen?” dedi. “Bursa, İnegöl. Nereye gidiyorsun?” “İnegöl’e.” “Tamam, bir tanesini sana vereceğiz. Şehir dışına kadar bunlardan birini götüreceksin. Şehir dışına çıktıktan sonra istediğin bir yere bırakırsın.” Pek hoşuma gitmemişti. Yüzümün aldığı tavırdan polis memuru anlamıştı. “İstersen götürme. Sana bağlı, şu andaki uygulamamız s..s.. kuralı.. Mutlaka bir eksiğin vardır. Sana göre yoksa biz buluruz.” “Yok abi, emrin olur.” Polis, “Akşam Aksaray’da asayiş toplamış bunları, sorgulama, muayene... Bize havale ettiler. Bize de bunları şehir dışına yollayın dediler.” “Abi iyi de akşama kalmazlar, yine geri gelirler” Ellerini açtı. “Emir böyle.” dedi. Biz konuşurken topluluğun içinden bir tane o biçim, topuklu ayakkabıları elinde yağmurdan ıslanmış asfalttan suları fışkırtıra, fışkırttıra yolun karşısına koşmaya başladı.
Polislerin başındaki komiser, “Dur! Gel buraya, ne yapıyorsun?” diye bağırmaya başladı. O biçim tınlamıyordu. Komiser, o biçimlerden birine döndü, “Çağır şu arkadaşını. Puşt ezilecek, başımıza iş alacağız. Nereye kaçacak?” Arkadaşı ince tiz bir bayan sesi taklidiyle bağırmaya başladı, “Perihan, Perihan. Perihan abla, kız gel bak, komiserim kızıyor. Ezilecekmişsin, Perihan.” Komiser kızgın bir ifadeyle o biçime döndü, elindeki telsizin ucuyla kafasına birkaç kez vurdu, sesini yükselterek, “Bana bak lan, adam gibi çağır, canımı sıkma.” O biçim arkadaşına döndü. Kalın bir erkek sesiyle, “Recep abi, Recep abi, komiserim, a....s...miş. Çabuk geri gel.” Komiser, yanındaki polisler, bekleyen şoförler, hepimiz koptuk. Recep abi baktı, pabuç pahalı arabaların arasından süt dökmüş kedi misali yanımıza geldi.
Komiser, saçından tuttu, çekince peruk elinde kaldı. Recep Abi’nin keli ortaya çıktı. Komiser peruğu gayri ihtiyari tekrar başına yerleştirdi, bu sefer kulağından tutup bana döndü, “On altı plakalı minibüs senin mi?” Evet der gibi başımı salladım. “Al bunu senin arabaya. İzmit’ten önce bırakırsan canını okurum!” dedi.
Polis memuruna döndü, “Alın şunun plakasını.” Perihan Hanım, yani Recep abi sağdaki ön koltuğa oturdu. Ben de sola direksiyona geçtim, yola çıktık. “Hayırlı yolculuklar” dedim. Sesi çıkmadı. Bir süre konuşmadan gittik. Konsoldan Maltepe sigarasını aldım. Paketi sallayıp içinden boynunu uzattırıp bir dal sigarayı yarıya kadar çıkarttım. Uzatıp, “İçer misin?” dedim. Aldı. Bir tane de ben aldım. Çantasından çakmağını çıkardı, önce benim sonra kendi sigarasını yaktı. Çakmak orijinaldi, üstünde çıplak kadın resmi vardı. Çakmak yanınca çıplak kadının göğüsleri de yanmaya başladı. Dudaklarının arasındaki sigaranın ucunda bir kor parçası oluşuverdi. Arabanın içine yanık bir tütün kokusu yayıldı. Bana döndü, “Bursa’nın neresindensin?” dedi. “İnegöllüyüm.” “Hımm, köfte, mobilya.” Sigarasından derin bir nefes aldı. Bıraktığı dumanın arkasından mırıldanmaya başladı.”
Sigaramın dumanı da dumanı
Yoktur aman şu yârimin imanı
Sigaramın dumanı da dumanı
Yoktur aman şu yârimin imanı
Kıvrılsa da tütünümün dumanı
Elimdedir şu aklımın dümeni
Bak buraya ey zalimin adamı
Vardır elbet her bir şeyin zamanı
“Recep abi pardon, perihan abla siz nerelisiniz.” yine ses vermedi. Baktım efkârlanmış, yağmurdan boyalı suratı yer yer akmış. Sakalları belli oluyor. Mırıldandığı şarkının hüznü mü, yoksa yaşadığı hayatın boktanlığından mı gözünden iki damla yaş geldi. “Tokatlıyım... Şimdi soracaksın abi, pardon abla, nasıl düştün bu yollara? Bak sen iyi bir çocuğa benziyorsun. Yoksa hayatta en gıcık olduğum sorudur bu.” “Ben böyle bir soru sormamıştım ki!” “Ama insanlar meraklı ya?” sesini yükseltti. “İllaki soracak... Nasıl düştün bu yollara? Çok kafa göz yardım bu soru için sana ne ulan, ver paramı bitir işini şerefsiz.” Tekrar sesini alçaltarak, “Biz babadan dededen tellağız, yani keseci. Tellak deyip geçme. Türkiye genelindeki hamamların yüzde seksenin işletmecisi, çalışanı Tokatlıdır. Osmanlı’dan bu yana gelen Türk hamam geleneğini Tokatlılar yaşatır. Bizim hamamlarla anılmamız, Patrona Halil İsyanına dayanır. Halil, Arnavut meşhur hamam işletmecisidir. Üçüncü Ahmet’i tahttan indirmek için isyana girişir. O dönemde İstanbul’daki hamamları Arnavutlar işletmektedirler. İsyan sırasında bu Arnavut hamamcılar önemli rol almışlardır. İsyan başarısız olunca, isyan sonrası tahta geçen Birinci Mahmut hamam işletmelerini Arnavutların elinden alınmasına, özellikle geçmişten gelen bir hamam kültürü olan Tokatlılara verilmesini emretmiştir. O günden bugüne bu mesleği en iyi biz yaparız.” Şaşırdım, içimden “Vay anasını, adam şöyle böyle ama tarihten çakıyor.” dedim. “Askerden sonra memleketten ekmek parası için İstanbul’a geldik. Hemşerilerimin vasıtasıyla Cihangir’de bir hamama keseci olarak girdim. Meğerse hamam, o biçimlerin gittiği, takıldığı hamammış. O zamana kadar normaldim. Gel zaman git zaman bir de baktım, ben de böyle olmuşum.” “Abi senin de içinde ...elik hevesi varmış be..” diyesim geldi. Yutkundum. Arada bir abla, arada bir abi diye başlayan muhabbetlerimizle yolculuğumuz devam etti. Gebze’ye yaklaşmıştık. “Beni Gebze’de bırak” dedi. “Gebze’nin içinde tarihi çarşı hamamı var, dayıoğlum orada çalışıyor. Bu gece ona misafir olurum.” D100 karayolundan Gebze merkeze girdik. Hamamın önüne gelince sanki kırk yılın dostu gibi vedalaştık. Israrla “Gel, bir çay içelim.” dedi. “Evdekiler yolumu gözler, gideyim” dedim. İstanbul’da takıldığı barı söyledi. “İşin o taraflara düşerse uğra.” Şakayla “Korkma oğlum, bir şey yapmam” diyerek yanaklarımı sıktı. Bende “Olur Perihan abla” dedim. Minibüsten indi. Birkaç adım attı. Tam gidiyordum. Sanki araba da bir şey unutmuş gibi geri döndü, kapıyı açtı. “Ramiz” dedi. “Buyur abla” dedim. Gülerek, “Si...me ablanı” dedi. “Buyur Abi.” “İnegöl’de Süleymaniye Mahallesi var mı?” “Var.” dedim. “Caminin yanındaki Laz bakkalı tanır mısın?” “Evet, ben de o mahallede oturuyorum.” “Oğlu Dursun’u tanır mısın?” “Şahsen tanımam ama zaman zaman bakkalda görmüşlüğüm vardır.” “Olurda karşılaşırsanız, ona söylersin. ‘Tokatlı asker arkadaşın Recep İ...ne olmuş’ dersin.”
Yaa abi! Böyle işte. Laz bakkalın oğlu Dursun’a asker arkadaşından selam getirdim...