Alışveriş merkezleri, tüketim kültürünün değişmesi ve yaşamın hızlanması sonucu tüm ihtiyaçların bir çatı altında karşılanabileceği merkezlerdir.

Modern çağın ibadet yerleri. Zenginle fakirin aynı yerde rahatlıkla dolaşabileceği yegâne yerlerdir. Bazıları sadece bakar, diğerleri deli gibi alışveriş yapar. Tabii ki kadınlar mutlu, erkekler sıkıntılıdır.

Hafta sonu torunum geldi. Hava güzeldi. “Hadi parka gidelim.” dedim. Tutturdu, oyun parkına gideceğim. Malum, oyun parkları alışveriş merkezlerindedir. Biz tahtadan arabaya, tekerleğine metal gazoz kapağından somun yapar. Yakan top, saklambaç, birdirbir, çelikçomak vb. oynayan insanlardık. Sahip olduğumuz en büyük güç hayal gücümüzdü. Neyse, istediğin kadar ‘hayır’ de, onların dediği oluyor. Hanım, ben ve torunum ilçedeki en büyük alışveriş merkezinin yolunu tuttuk. Hanım, pek hoşnut olmadığımı görünce, “Alışveriş merkezlerinin amacı alışveriş yaptırmak. Çocukların cazip oyun parkından ziyade annesi iki kazak alsın, babası gömlek, sinemaya gitsinler, Fast Food’tan yemek yesinler, şehirde oturanlar ne yapsınlar, sokak zaten yok, olanlar da çocuklarını sokağa yalnız salmıyor, bütün gün yanında durma ihtimali yok.” dedi. “Doğru.” dedim ve yürüyen merdivenlerden ikinci kattaki oyun parkına yöneldik.

Oyun parkına girmeden önce eşim torunumuza, “Kızım, önce tuvalete gidelim.” dedi. Torunum, “Ama babaanne, tuvaletim yok.” demesine rağmen çekiştire çekiştire tuvaletlere doğru yürüdük. Aha! O da ne? Erkekler tuvaletinden çıkan biri dikkatimi çekti. Çalıştığımız bankanın müdürü… Ama bu adam özürlüydü. Bacağıyla birlikte hemen hemen düz bir çizgi halinde inen ayağı içe dönüktü. Öyle ki ayak aşağıya doğru kıvrık olmakla beraber oldukça da içeriye dönüktü. Topallıyordu. Bu topallaması enteresandı. Sanki ceylan gibi sekiyor, aksak ayağını öne doğru atarak insanlar arasında zıplıyordu. Sağ kolu sanki yokmuş gibi sallanıyor, arada bir yürüyüşü değişiyor, bu paytak yürüyüşünü dengelemek için de sol kolu açık. Ağzı da sanki yüz felci geçirmiş gibi kayık, nerdeyse ağzından salyalar akacak. Durdum, “Allah Allah.” dedim. “İnsanlar hep çift yaratılırmış derler, bu da müdürün özürlü çifti olmalı.” Ben öyle şaşkın şaşkın bakarken önümden yürüyüp gitti. Arkasından sesleneyim dedim ancak hanım torunla uğraşıyordu ve tuvalete gitmek istemiyordu. “Yardım etsene!” sesiyle irkildim. “Hadi ama dedecim, oyuna dalınca tuvaletini unutuyorsun.” derken müdürün gittiği yöne kafamı çevirdim. Kaybolmuştu. Kendi kendime, “Ulan acaba hayal mi gördüm?” dedim.

Hafta sonu geçti, pazartesi iş günüydü. Genellikle bu günler oldukça yoğun olur. Öğlene doğru müdürün arabası kapının önünde belirdi. Müdür gayet güzel giyinmişti ve elindeki dosyalarla ciddi bir tavırla içeri girdi. Güneş gözlüklerini çıkarıp “Selamünaleyküm abi” dedi. “Aleykümselam. Nasılsın abi?” diye sordu. “İyiyim hamdolsun. Sen nasılsın?” diye karşılık verdim. “Hiç iyi değilim adaş” dedi, zaman zaman bu lafı ben söylerim ve beni taklit ediyordu. “Düzelir be koçum” diyerek gülüştük.

Numune ofisimizde bir müşterimizle çalışanımız yeni bir ürün için istişare yapıyorlar. Onlarla selamlaştık ve hal hatır sorduk. Çalışanımız, “Müdürüm, ben de sizi arayacaktım. Müşterimiz yeni bir takım yapacak ürün alımı için kredi kartıyla ödeme koşullarını soruyor.” Müdür, gayet ciddi bir şekilde kredi kartı hakkında bilgi vermeye başladı. Ben hiç konuşmadan on beş yirmi dakika müdürü izledim. Düşünüyordum, alışveriş merkezinde gördüğüm kişiyle müdürün ilişkisi olamazdı. Ama bir yolunu bulup söylemeliydim, yoksa çatlayacaktım. Neyse, arkadaşlar dan ayrılıp odama geçtik. kaldık baş başa.

O ana kadar ciddiyetini bozmamış müdürle göz göze geldik. Bir anda süt dökmüş kedi gibi suratındaki ciddiyet, masumiyete döndü. “Abi dur, anlatacağım. Önce bir çay, bir bardak da su söyle” dedi. Ben de safa yattım. “Neyi anlatacaksın?” diye sordum. “Yapma abi, cumartesi günü AVM’de karşılaştık. Şimdi sen sormadan ben anlatayım” dedi ve anlatmaya başladı. Fast Food’tan tavuklu bir şeyler aldım. Yarım saat geçmeden karnıma sancılar girdi, karnım bağırsaklarım gurul gurul. Donlarıma sıçacağım. Zor attım kendimi tuvaletlere. O da ne, bütün tuvaletler dolu. Başka bir yere gitme şansım yok. Kapıları tıklatıyorum, bir öksürük ardından “dolu” diyorlar. Üstelik benim gibi sırada olanlar da var. Baktım olacak gibi değil daldım engelli tuvaletine. Tam kalkıyordum karnım fena bozulmuş, su gibi şırıl şırıl... Kırk-kırk beş dakika boyunca tuvalette kıvranıp durdum. Haliyle insanlar kapıyı tıklatıyorlar. Ben de kalın bir öksürükle “Dolu” diyorum. Hiç aklımdan geçmiyor..!Hıyar.!! engelli tuvaletini işgal etmişsin. Kapıyı özürlü birinin tıklatması muhtemel sonuçta. Neyse.. sonra tekrar tıklattılar, gerginlikle “Patladın mı birader, dolu diyoruz ya!” diye çıkıştım. Sonra dışarıdan “Ama bir saat oldu!” dedi. Söylene söylene işimi bitirdim. İçim geçmişti adeta. Aynaya baktım, betim benzim solmuş, ayaklarım ve ellerim titriyordu. Hemen eve gidip yatağa atmak istiyorum. Tuvaletin kapısını açtım. O da ne? Karşımda engelli arabasıyla on yedi on sekiz yaşlarında engelli bir genç... Donakaldım ve kafamda şimşekler çaktı.

Üç ihtimal vardı: İlki, özür dileyecek ve başımdan geçeni anlatacaktım. İkincisi, hiçbir şey olmamış gibi davranarak kendime küfrettirip sıvışacaktım çünkü halihazırda sıra bekleyen ve engelli olmayan insanlar da vardı. Üçüncüsü, özürlü taklidi yaparak tuvaleti kullanmanın hakkım olduğunu ispatlayacaktım.

Hızlı karar vermem gerekiyordu ve üçüncü seçeneği seçtim. Özürlü taklidiyle tuvaletten çıktım. Ve tabi ki bir süre devam ettirmem gerekiyordu çünkü arkamdan bakanlar olabilirdi. Seni gördüm ve içimden “İnşallah beni görmemiştir.” dedim. Ama sonra göz göze geldik ve kelimenin tam anlamıyla yerin dibine girdim. Allah’tan sen de pot kırmadın.” Güldüm. “Allah Allah” diyerek dudak büktüm. “Ben seni görmedim.” dedim. “Ya abi, şaka yapma, gerçekten mi görmedin?” diye sordu. “Müdürüm, tekrar bi yapsana merak ettim. Nasıl özürlü taklidi yaptın?” dedim. Anlattığına pişman olmuş gibi isteksiz bir şekilde suratını buruşturdu. Ancak ısrarlarıma dayanamadı. Ayağa kalktı, bir iki adım attı, yürüyüşünü değiştirdi. Sanki gerçek bir zorluk içindeymiş gibi yavaşça hareket etti. Ağır adımlarla ilerleyerek bacaklarındaki her adım acı veriyormuş gibi hareket ediyordu. Öyle bir topallıyordu ki sanki her an dengesini kaybedecekmiş gibiydi. Sağ kolu sallanıyor, sol kolu ise havada asılı bir şekilde denge sağlamaya çalışıyordu. O kadar derinden role girmişti ki gülmekten kasıklarıma ağrılar girdi. Yine de taklidi o günkü gibi gerçekçi değildi.