Memleketimizde iyi-kötü çoğu insan futboldan anlar. 2000’li yılların en çok konuşulan futbolcusu Alex de Souza’dır. İzleyenler bilir, izlemeyenler de çok duymuştur adını.

Alex, ülkemize gelmiş geçmiş yegâne yabancı oyuncuların başında gelir ve Kadıköy’de kendisine bir heykel bile dikilmiştir. Fenerbahçe, Alex’i 2004-2005 sezonunda Brezilya’nın Cruzeiro takımından transfer etti. O dönem çok bilinen bir futbolcu değildi, ancak ilk maçında Fenerbahçe seyircisine kendini hayran bıraktı. Alex, vatandaşı Lugano’ya öyle bir asist yaptı ki “al da at” dedi. Bir sonraki hafta ise ilk golünü attı. O sezon orta sahada oynamasına rağmen yirmi dört gol, on altı asistle Fenerbahçe’nin şampiyonluğuna önemli bir katkı sağlamıştı. İşte böyle, Fenerbahçe’de Alex efsanesi böyle başlamıştı.

Fenerbahçe tarihinin ilk resmi golünü Ergün Öztuna atmıştır. 1969’da sarı-lacivertli takımın 1000. golünü ise Erol Togay’dan gelmiştir. 2000. gol ise Nijeryalı Uche tarafından atılmıştır. Her golün bir değeri vardır, ancak tarihi gollerin, bu golleri atanların ve golü attıkları formaların önemi büyüktür. Fenerbahçe müzesinde bu tarihi golleri atanların formaları sergilenmektedir. Bizim hikayemiz ise 3000. gol. Bu golü atan Alex’in forması ile birlikte. Tarih 22 Kasım 2010, Fenerbahçe’nin Süper Lig’deki rakibi Bucaspor’dur. Şükrü Saracoğlu Stadyumu’ndaki maçta Fenerbahçe rakibini 5-2 yenmiş, Alex ise hat-trick yaparak maçın kahramanı olmuştur. Alex’in ilk dakikalarda attığı gol ise tarihe geçmiştir ve Fenerbahçe tarihinin 3000. golüdür. Daha sonra Alex iki gol daha atmış ve maçın yıldızı olmuştur. Maçın bitiminde Alex’in forması müzeye kaldırılacaktır. Dile kolay üç bininci gol… Ergün, Erol ve Uche’den sonra Alex’in tarihi golü attığı maçta giydiği forma… Fakat o da ne! Alex’in maçta giydiği forma bulunamamaktadır. Müzeye kaldırılacak olan forma henüz teri kurumadan kaybolmuştur. Dönemin başkanı Aziz Yıldırım sinirlerine hâkim olamaz. Forma yoktur. Yönetim, teknik ekip ve malzemeciler ertesi gün her yeri aramışlardır, sanki yer yarılmış ve forma içine girmiş gibidir. Alex’e sorulmuştur, ancak hatırlamamaktadır.

O dönem Bucaspor forması giyen Belçikalı Mulemo vardır. Tam bir Alex hayranı olan Mulemo, bu maçı dört gözle beklemektedir. Maç sonrasında Alex’ten formasını istemiş ve Alex formasını vermiştir. Ancak maçın adrenaliniyle Alex hatırlamamaktadır. Mulemo formayı katlayarak çantasına koyar. Yönetim hala endişelidir ve başkan sürekli baskı yapmaktadır. Tarihi forma kayıptır. Gerçekten kayıp mıdır? Yoksa biri alıp söylememekte midir? Doğal olarak bu olay basına yansır. “Fenerbahçe’nin tarihi forması kayıp!” şeklinde haberler çıkar.

Yeğenim Onur, o zamanlar Bucaspor’un muhabiriydi. Ayrıca hasta bir Fenerbahçeliydi. Ara sıra görüşürüz. O günlerde telefon açtım. “Onur, sen de maçtaydın, ne oldu? Alex’in forması kaybolmuş, sen mi aldın yoksa?” dedim. “Yaa enişte, ben de basından okudum. Bilseydim üç bininci golünü attığını isterdim. Nerden bileceğim?” diye cevap verdi. “Maçtan sonra futbolcular, birbirlerine forma veriyorlar. Oğlum, Bucaspor’dan bir topçu almış olmasın?” diye sordum. Yeğenim düşünüp cevapladı, “Bak enişte, benim de aklımdan geçmedi değil. Bir araştırayım, şimdilik bir şey yok ama.” Aramış, taramış, sorgulamış. Bucasporda samimi olduğu topçulardan birine vermiş gazı, “Kardeşim, seni tebrik ediyorum. Fener maçında çok güzel oynadın, yenildiniz ama sen olmasaydın maç yedi sıfır biterdi”. Oradan, buradan transferden derken bizim yeğen taşı gediğine koyuyor. “Yaa kardeşim maç sonu bir ara gözüme ilşti Alex in formasını da kaptın, senin için iyi bir hatıra olmuştur” Futbolcu zokayı yutar. “Abi, ben almadım. Yanlış görmüşsün.” der. Yeğenim düşünceli bir şekilde “Allah Allah” Futbolcu atılmış ve “Abi, ben almadım ama alanı biliyorum. Benden duymadın, forma Mulemo’da.” Yeğenim, tarihi formanın Mulemo’da olduğunu öğrenince düşünmeye başlamış. Ne yapsa ne etse... Mulemo Belçikalı, nasıl evine gidecek.? Nasıl konuşacak? Formayı nasıl ortaya çıkaracak. Planını yapıyor ve arıyor Bucaspor başkanını. Veriyor ayarı, “Başkanım süper ligde bulunan on sekiz takımdan her bir yabancı oyuncu ile gazeteden röportaj istediler, durum acil. Bana yardımcı ol. Ben bizim takımdan Mulemo’yu seçtim. İznin olursa evine gideyim.” Hâlbuki öyle bir şey söz konusu değil.

Başkan da bizim yeğeni kırmıyor, “Olur, ben şimdi kulübü ararım.” diyor. Başkan onay veriyor ama bizim yeğende dil yok, adam Belçikalı. Kulübün tercümanını arıyor “Alpay! Başkanla görüştüm izin verdi Mulemo’yla röportaj yapacağım, senin için de izin aldım. Mulemo’nun evini biliyorsundur haber ver gidelim.” Bir paket çikolata bir de çiçek yaptırıyor tercümanla birlikte doğru Mulemo’nun evine gidiyorlar.

Mulemo Onur’u tanıyor. Yarım yamalak Türkçesi ile buyur ediyor. Havadan sudan sohbet başlıyor. Onur heyecandan ölecek. Nasıl devreye girecek. Nereden başlayacak bilemiyor. Sıkıştığını söyleyerek tuvalete gitmek için izin istiyor. Yeğen hep böyleydi çocukluğunda bile çok heyecanlanınca, sıkışınca tuvalete kaçardı. Niye böyle yaptığı sorulunca “Yaa! Türkün aklı ya kaçarken yada s...rken gelirmiş!” derdi. Amaç aynı zamanda çaktırmadan forma için oraya buraya bakmak. Tuvaletten çıkınca tuvaletin yanındaki kapıyı açar. Banyoya girmiştir. Tam karşısında çamaşır makinası. Ahaa, o da ne! Alex’in forması çamaşır makinasında dönüyor. Mulemo formayı çamaşır makinasına atmış, yıkıyor. “Bingo!” Çığlık atmamak için kendini zor tutar. Salona geçer. Başlıyorlar röportaja. Oradan buradan derken Mulemo sorar, “Kahve içer misiniz?” Onur ve Alpay, “Olur” deyip röportaja ara verirler. Kahveleri içerken yeğen taşı gediğine koyar. “Mulemo kardeşim tuvalet yerine yanlışlıkla banyoya girmişim. Gözüm takıldı, çamaşır makinasındaki Alex’in forması mı?’ Mulemo yüzünü ekşitir, istemeye istemeye “Evet.” der. Bizim yeğen, “İstersen makineden çıkar, formayla bir resmini çekeyim bu röportaj dışında. Maille atarım hatıra olur.” der. “Ne olur ne olmaz, Mulemo forma konusunda sorun çıkarır diye çamaşır makinasında dönen formayı yeğen cep telefonuyla kayda almıştır. Islak formayı çamaşır makinasından alırlar. Mulemo fazla Türkçe bilmediği için olayın farkında değil, basını da takip etmiyor. Suları akan formayla poz veriyor. Bir de tercümanla ortada Alex formasıyla poz veriyorlar. Yeğen fotoğrafın çekilmedik açısını bırakmıyor. Mulemo’nun mail adresini alıyor. “Tamam kardeşim çok güzel oldu, ben sana bu fotoğrafları atacağım.” Mulemo tercüman aracılığı ile yarı Türkçe “Teşekkür” ediyor. “Alex one number, çok seviyorum ben. Müthiş, kral, kral!”

Ertesi gün Onur’un manşeti patlıyor. Türkiye’nin spor gündemindeki olay çözülüyor. “Fenerbahçe’nin aradığı tarihi forma, Bucasporlu Mulemo’nun evinden çıktı!” haberi gündemi sarsarken altında da Onur Atış’ın imzası yatıyor. Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım ve yönetim kurulu tarihi formayı Bucaspor’dan istiyor. Mulemo önce direniyor ama sonunda mecbur kalıyor ve formayı veriyor. Fakat Fenerbahçe yönetimi ona imzalı Alex forması vererek gönlünü alıyor. Tarihi forma da müzedeki yerini böylece bininci golleri atan diğer formalarla beraber uzun yıllar sergilenmek üzere alıyor. Yeğenimi aradım ve tebrik ettim. “Eeee, Onur, tamam da sen bundan ne kazandın?” diye sordum. “Enişte, sen olaya tüccar zihniyetiyle bakıyorsun. Bizim işler sizin işler gibi değil” “Tamam, tamam, şaka yapıyorum. Gerçekten soruyorum. Amirleriniz, müdürünüz aferin demiştir.” güldü, “O kadarını yaptılar. Ama her zaman kaymaklı ekmek kadayıfı iş olmuyor. Bazen sıçıyoruz, işi batırıyoruz. O zaman da fırça yiyoruz. Müdürümüz, güngörmüş eski tüfek gazeteci olduğu için beni seviyor.” Adam olacak çocuk bokundan belli olur derler ya. Yeğenim çocukluğundan beri mesleğini seçmişti. Henüz anaokuluna giderken futbol sevdası ortaya çıkmıştı. Futbol oynamıyordu, yeteneği de yoktu. Şişman tombik bir çocuk olduğundan oynaması da pek mümkün değildi. Hemen hemen her maçı izler, büyülenmiş gibi televizyon başında ekranın içine girerdi. İlkokul çağında çarpım tablosunu ezberlemek için zorlanırken Arjantin milli takımının on birini bir solukta sayardı. Milan’ın kalecisi kim, Real Madrid’in forvetinde kim oynuyor, Arsenal hocası nereli hepsini bilirdi. Hafta sonu arkadaşları ödev yapar, gezer, eğlenirler. O ise televizyonda futbol haricinde de her türlü spor programını izlerdi. Okulda ve mahallede arkadaşları maç yaparken saha kenarında maçı spiker gibi anlatır, maç bitiminde onlarla röportaj yapardı.

Zamanla hayatına kitaplar yerine spor gazeteleri girdi. Biz yakınları bu duruma tepki gösteriyor ve “Oğlum boş işlerle uğraşacağına derslerine çalış. Bunların sana faydası yok” derdik. Annesi sonunda televizyonun fişini çekti ve televizyonu yasakladı. Yıllar yıllar geçti ve gazeteciliğin okulunu bitirdi. Ulusal basının büyüklerinden bir gazeteye spor yazarı olarak girdi. Tepki gösterdiğimiz, televizyonun fişini çekip azarladığımız yeğenimizin televizyonlarda yaptığı programları izlemek için ekran başına geçiyorduk. Yazılarını takip ediyor, televizyona çıkacağı zaman ailesi misafir bile kabul etmiyordu. Bir gün yine beraberken aklıma geldi ve “Onur” dedim. “Buyur enişte.” diye yanıtladı. “Yedi kere sekiz” dedim ve gülüştük. “Yapma enişte, hâlâ mı? Valla bilmiyorum.” diye cevapladı. “Anlat bakalım, bir çuval inciri berbat ettiğin hikâyelerden birini.”

“İşe yeni başlamıştım, yani henüz çaylağım. ve büyülü dünyaya adım atıyordum, senin anlayacağın. Nihayet televizyonlarda hayranlıkla izlediğim ve gazetelerde fotoğraflarını gördüğüm o şaşalı dünyanın insanlarına artık yakındım. Spor servisine girdiğim anı hala hatırlıyorum. İlk kulübüm İzmir’in köklü camiası Bucaspor oldu. İzmir’in en büyük ilçelerinden biri olan Buca’da, Bucaspor, cumhuriyetten beş sene sonra kurulmuş, sarı-lacivert renkleriyle ve üzümlü armasıyla, “Fırtına” lakabıyla çevre ilçe ve illerde de taraftarı olan güzide bir kulüptü. O dönemde Bucaspor, birinci lige yeni yükselmiş ve hedefi Süper Lig’e çıkmaktı. O sezon gerçekten fırtına gibi estiler ve Süper Lig’e çıkmayı başardılar. 2010-2011 sezonunda tarihinde ilk kez Süper Lig’de yer alacaklar. Ben de heyecanla sezon başında tüm yöneticileri teknik heyeti arıyor, transferleri soruyor ve her gün Bucaspor’la ilgili haber yapmaya çalışıyordum. Fazla tanınmadığım için genellikle atlatılıyordum. Bucaspor yaz dönemi için Isparta’nın Davraz Dağı’nda kampa girdi. Ben yine sürekli yöneticilere, antrenörlere, malzemecilere telefon açıyor, takım hakkında bilgi almaya çalışıyordum. Benden bıktıkları için bazen telefonlarıma cevap bile vermiyorlardı. Kamp devam ederken Bucaspor’un ilk hazırlık maçı oynayacağını öğrendim. Ancak ne rakibi ne de sonucu öğrenememiştim. Bucaspor’un duayen ismi kulüp müdürü Fehmi Aga’yı aradım. Fehmi Aga yılların kulüp müdürü, çok heyecanlı bir yapısı vardı. Heyecanlandığında konuştuğu keli-meleri yutar, ağzından çıkan kelimeleri yuvarlar, ne dediğini anlamazsın. Onun için ayrıca tercümana ihtiyaç duyardık. Dediğim gibi herkes benden illallah etmiş, son şansımı Fehmi Aga’da deniyeyim dedim. Fehmi Aga telefonumu açtı, “Aga nasılsın?” “İyiyim evlat.” “Kamp nasıl gidiyor?” “İyi.” gibi klasik sorular soruyordum, Fehmi Aga da klasik cevaplar veriyordu. “Hazırlık maçı yapmışsınız, kaç kaç bitti maç?” “Bir sıfır yendik, benim evlatlık Battal attı golü.” buraya kadar her şey normal, Aga’nın konuştuklarını anlamıştım. “Peki, Aga, kimi yendik?” Fehmi Aga’dan gelen cevap, “Akahri hazdır.” “Kimi, kimi abi?” “Akahri hazdır.” Fehmi Aga’nın sevinçten heyecanlı heyecanlı verdiği cevabı kendimce analiz ederek, nerden aklıma düştüyse, Bucaspor’un Atletico Madrid’i yendiğini düşündüm. Vay be, Bucaspor İspanya’nın en önemli kulüplerinden Atletico Madrid’i yenmişti. Bu haberin en büyüğüydü, manşet belliydi.

“Bucaspor dünya devi Atletico Madrid’i hazırlık maçında bir sıfır yendi.” Alex’in Forması Spor müdürü Ali Abi’ye haber gönderdim. “Büyük bir sürprizim var.” dedim. Haberin hayalini kurmaya başladım. Türk futbolu için önemli bir olaydı bu. Habere imzamı atmışım, ulusal bir gazetede haberim ve adım çıkmış. Herkes benim haberimi okuyacak, ismimi öğrenecek. Daha on günlük stajyer gazetecinin haberi. Meslektaşlarım kıskanacak, amirlerim “aferin” diyecekler. Gazetenin ortasında eller cepte, artist artist dolaşıyorum. Akşam eve zor attım kendimi, sevinçten neredeyse ağlayacaktım. Sabaha kadar uyuyamadım. Ertesi sabah gazeteye gittiğimde adeta tavırlarım değişmişti. Artık usta gazeteciler gibi haberlerim çıkacaktı. Saat ona doğru masa telefonum çaldı. Arayan spor müdürümüzün sekreteri, “Müdürümüz Ali Bey’e bağlıyorum, lütfen bekleyin.” dedi. Telefonun başında adeta çıldırıyorum. Ali Bey bana methiyeler düzecek, aferin diyecek, belki de prim verecekler. Ali Abi telefona bağlandı. Gevşek gevşek konuşmaya başladım. “Ali abicim, günaydın, nasılsın abim?” Ali Abiden ses çıkmadı. Tekrar, “Ali abicim, sizi zevkle dinliyorum.” dedim. Bu sefer Ali Abiden ses geldi. Yok, ses değil, boruydu. “Senin yazacağın haberi s.....m. Bu ne rezillik lan.” diye saydırıyordu. Bir ara nefeslenmek için durdu. Araya girdim. Titrek bir ses tonuyla, “Nasıl yani, Ali Abi ne oldu?” tekrar başladı. “Ebenin a...oldu. Lan salak, hıyar, bu nasıl haber.” diye saydırıyordu. Adeta şoka girmiştim, nutkum tutulmuştu. Telefonda Ali Abi saydırıyordu. “Lan embesil adam, Bucaspor kimi yendi?” Çok emindim kendimden. “Atletico Madrid’i abi.” “Senin kulağına, yapacağın istihbarata sokayım. Lan ne Atletico’su, t..ş..k mı geçiyorsun bizimle, yavşak. Bucaspor Azerbaycan’ın üçüncü lig takımı Hazer Lenkaran’ı yenmiş. Senin haberi yapsak, rezil rüsva olacağız.” dedi ve telefonu suratıma kapattı. Şoke olmuştum. Fehmi Aga öyle söylemişti. Fehmi Aga yalan söylemezdi. Hayallerim yerle bir oldu. Hemen Fehmi Aga’yı aradım. Biraz da sitem dolu bir ses tonuyla, “Fehmi Aga, biz dün hazırlık maçında kimi yendik?” dedim. Fehmi Abi düzgün bir Türkçeyle, “Söyledim ya oğlum, Hazer Lenkaran’ı yendik.” “Ama abi, sen Atletico Madrid demiştin.” Bastı kahkahayı, “Evlat, biz onu Play-Station oyununda bile yenemeyiz. Hem, ne işi var Atletico Madrid’in Allah’ın dağında, kafayı mı yedin sen?” Evet, kafayı yemiştim. Adeta yıkılmıştım. Biri dokunsa ağlayacaktım. Az önce ahkâm kesen ben, kedi yavrusuna dönmüştüm. Rezil olmuştum. Mesleği bırakmayı bile düşündüm. O gün şunu öğrendim. Sorgula! Evet enişte, böyle sıçış hikâyelerimiz oldu.”