Hükümet önünde Berber Recep’in dükkânı her zamanki gibi gençlerle dolup taşmıştı. Mevsim kış olmasa dışarıya sandalyeler atılacak, gençler orada tıraş sırasını bekleyeceklerdi. Dükkânın içinde neredeyse sigara dumanından göz gözü görmüyordu. Berber Recep gençleri severdi, gençler de onu. Modaya uygun tıraş yapar, şakalaşır, muhabbeti o biçimdir yani. O dönemin gençleri ben de dâhil ilk sakal tıraşımızı Recep abiye yaptırmışızdır.

Şimdi Recep abinin berber koltuğu boşalmış, sıra Şakir arkadaşımızdaydı. Az önce söylenmiş olan çaylar da gelmiş, Recep abi de kısa bir çay molası vermişti. Televizyonda haberler veriliyor, ekranda Turgut Özal konuşuyordu. Recep abim “Çekilmez şimdi haberler!” deyip televizyonun sesini kıstı. Ardından da teybe Sezen Aksu’nun kasetini koydu:

Hasret oldu, ayrılık oldu

Hüzünlere bölündü saatler

Gördüm akan iki damla yaş

Ayrılık da sevgiyle beraber

Bir şarkı bir şiir gibi

Yaşadım canım acıları

Senden bana hatıra şimdi

Sakladığım sevgili kederler

Bir sır gibi saklarım seni

Bir yemin bir gizli düş gibi

Ben bu yükü taşırım sen git

Git acılanma

Sen ağlama, dayanamam

Ağlama göz bebeğim sana kıyamam

Al yüreğim senin olsun

Yüreğim bende kalırsa yaşayamam

Birden hüzünlendi Recep abi:

 Şakiir, ver bakalım bi sigara, dedi.

 Valla billa bi tane sigaram var, onu da ben yakacağım, dedi Şakir.

Arkadaşımız Şakir Sümbül, Bulgaristan muhaciri Behzat amcanın ortanca oğluydu. Biz “muhacir” kelimesini kısaltmış, halk dilinde “macır” yapmış çıkmışız. Tipik bir Kırcalıydı Şakir. Varyemez, çok hesapçı ve pintiydi. Ama altın gibi de kalbi vardı, o ayrı. Dürüst, arkadaş canlısıydı ama bu huyundan vazgeçemiyordu bir türlü. Zaten Recep abi de onun bu huyunu bildiği için bilerek istemişti ondan sigara.

Tamam, alacağın olsun Şakir, dedi.

Şakir cebinden yirmili Maltepe paketinden başparmağı ve işaret parmağıyla ustaca ve jet hızıyla tek sigara çekti çıkardı.

Dudaklarının arasına iliştirirken sanki çakmak, kibrit taşırmış gibi önce ceplerini yokladı. Hiç kibrit, çakmak filan taşımazdı ki.

Abi ateşini versene, deyip bir de utanmadan ateş istedi.

Recep abi sağ eliyle bardağındaki çayı karıştırıyordu. Kaşığı bıraktı, sol elini sağ eline yapıştırıp iki buçuk yaptı. Ardından:

Nah sana ateş, pinti herif, dedi.

Şakir hiç oralı bile olmadı. Dudaklarının arasına iliştirdiği sigarayı alıp gömleğinin cebine koydu, önce ceketini sonra da şişe dibi gibi gözlüğünü çıkarttı, tezgâhın üstüne koydu, geçip boşalan berber koltuğuna yerleşti. Recep abi, elinde tuttuğu tıraş fırçasını önce tıraş kabının içindeki ılık suya batırdı, sonra diğer elinde yarıya kadar soyulmuş, kırmızı ambalajlı, hani şu üzerinde suratının sakal kısmı beyaz köpükle kaplanmış bir adam resmi olan Arko sabununa sürterek köpürttü. Elindeki fırçayı önce yavaş ve kibarca sonra daireler çizerek hızlıca Şakir’in sakalında, suratının üstünde gezdirdi. Cildini bir güzel fırçaladı. Ardından kutusundan çıkardığı jileti ikiye bölüp usturaya yerleştirdi. Ucunun tam olarak oturması için de usturayı tezgâhın üzerine bastırdı. Usturası, sapı beyaz sedeften yapılmış yerli malı olan Ali Bıyıklı markaydı Recep abinin. Jilet olarak Gillette markasını kullanıyordu. Gerçi Permasharp markası ile berberlere özel tekli jiletler üretilip çıkmıştı piyasaya ama yine eski alışkanlıkla tam jilet alıp kendisi ikiye bölüyordu. İşaret parmağı sırtta, arka parmak çengelde Şakir’in sakal tıraşına başladı. Yüzünün bir tarafı bitti, ardından yüzünün diğer yanına geçti ve orayı da bitirdi. Tam ikinci perdeye geçerken:

Şakir, oğlum ne biçim sakalın var senin, ilk perdeyi bitirmeden yeniden uzayıp çıktı sanki dedi gülerek. Normal bir insanda on beş bin kıl olur, senin suratta otuz bin kıl var be birader… Bu kadar sürede bir santim uzadılar, diye de latifesini devam ettirdi…

Arkadaşlardan biri parmağının yan tarafını Şakir’in yanağında gezdirip:

Hani bakiim. Aaaa... Gerçekten uzamış be Şakir, diye bir de o geçti dalgasını.

Kılın biri olduğu nasıl anlaşılacak, dedi bir başka arkadaş.

Dükkânın içi kahkahalarla dolup taştı. Bütün bu sözler şaka yollu söyleniyordu belki ama gerçekten Şakir de bayağı kıllıydı.

Tıraş bitti.

Borcumuz? dedi Şakir.

At bi Yirmilik, dedi Recep abi bıyık altından gülerek.

Şakir küplere bindi, herkesten on lira alırken kendisine yirmi demişti. Böyle şey mi olurmuştu.

Recep abi:

Herkesi beş dakikada tıraş ediyorum Şakir, seninkisi on beş dakika, üç perde yaptım suratında sabunu bitirdim. Bi de geçtin aynanın karşısına, fıs fıs yarım saat parfüm sıktın. Bir sigara istedim vermedin, üstüne üstlük ateşi bile benden istedin, dedi.

Şakir, parayı tezgâhın üstüne atıp, yok yok, sıpıtarak can sıkıntısından dükkândan dışarı fırladı. Traşlı yüzüne çarpan soğuk rüzgâr sürdüğü kolonyanın da etkisiyle yüzünü üşüttü. Biraz yürüdü, sonra bir şey hatırlamış gibi hızla ters yüz dönüp tekrar berber Recebin dükkânının yolunu tuttu. Ceketini içerde unutmuştu.

Arkadaşları:

Bizim tıraş paralarımızı vermeye mi geldin Şakir, dediler. Şakir ters ters bakarken:

Aşk olsun, üstüne geldik. Biz böyle mi yapıyoruz.

Şakir yemin billâh ediyordu param yok diye. Hızla ceketini askıdan alıp tekrar dükkândan çıktı.

Şakir’in dükkândan ilk çıkışında ceketi askıdayken çaktırmadan berberin çırağına cebindeki Maltepe sigarasını aldırmışlardı. Zaten dumandan içerde göz gözü görmüyordu ya. Herkes elden ele dolaşan sigara paketinden birer tane aldı. Sonra Recep abi, sigara paketini tezgâhın üstüne koydu.

Aradan on dakika ya geçmiş ya geçmemişti, dükkânın kapısı sarsıntıyla açıldı ve Şakir hışımla daldı içeriye:

Kim aldı lan benim paketi, diye bağırdı.

Sıcak yere girince gözlüğünün camları buğulanmıştı. Kızgın bir yüz ifadesiyle elini gözlüğüne atıp çıkarttı, fakat şişe dibi gibi camlar gözünün önünden eksilince bu defa kimseyi seçip tanıyamaz oldu. Bir yandan gözlüğünün camlarını ceketinin astarıyla silerken bir yandan da bağırdı, çağırdı, bir süre söylendi durdu.

Recep abi:

Aleykümselaaam Şakir... Ben de iyiyim, sorduğun için sağ ol, dedi.

Şakir, camlarını kuruladığı gözlüğünü tekrar taktığında bir anda Recep abiyle burun buruna geldi. Bir an durakladı, bu olur olmaz yersiz öfkesinden utandı ve başını önüne eğdi.

Selamünaleyküm Recep abi, dedi.

Hah işte böyleee, Sakin ol Şakir, sakin ol oğlum. Ne paketi? Sende zaten tek sigara yok muydu? Hani ben istedim de tek kaldı dememiş miydin bana? İstersen yak bi sigara bizden olsun, derken bir yandan da tezgâhın üstünde duran sigara paketini gösterdi Şakir'e.

Şakir kızardı, bozardı elinin tersiyle "Has…...tirin lan" deyip okkalı bir küfür basarak çıkıp gitti dükkândan. Arkasından "Çıkarken kapıyı kapat, sıcak kaçmasın" diye bağırdı Recep abi. İçeride herkesin gülmekten karnı ağrımış, neredeyse gülmekten yerlere yatacak hale gelmişlerdi.

Ama bu şaka hafif gelirdi Şakir'e. O gün arkadaşlarla birlikte bir karar aldık. Daha büyük bir şaka yapacaktık Şakir’e. Bu şaka fikri daha berberdeyken çıkmıştı. Ama ne tür bir şaka yapacaktık? Şakir’i üzmeyecek fakat onu çok kızdıracak, pintiliğinden, cimriliğinden dolayı ona ders verecek bir şey olmalıydı bu şaka.

Şakir, kahvedeki oyunlarda yancılık yapardı.

Oyuncudan fazla çay içer, oyun oynayacaksa geç vakitte son oyunları oynardı. O oyunlarda oyun onun üstüne kalsa bile hesap az gelirdi. O dönemde gençlerin takıldığı İnegöl’ün en popüler mekânı İki Kapılı Kahveydi. Genelde yazın bahçesi meşhurdur bu mekânın ama biz kışın da on on beş kişinin sığabileceği ocağın arkasındaki bölümde otururduk.

İki Kapılı Kahve, Uzun Sokak’ın sonunda sol tarafından Kuyumcular, Sarraflar Çarşısına, sağ tarafından belediye önüne çıkan yolun tam ortasında iki girişi arasında havuz, etrafında ıhlamur ağaçları olan, yanları sarmaşıklarla kaplı güzel bir çay bahçesiydi. Uzun Sokak tarafındaki girişte dört köşe bir kaidenin üzerinde yuvarlak taç sütün, iki sütün üstünde Barok Tarzı işleme, bu takın altından geçerken sanki Roma Dönemi soylularının kullandığı bir alana girer gibi olurduk. İki Kapılı Kahve aynı zamanda bir ekoldü. Abi kardeş ilişkisiyle nesilden nesile sürüp gidecek bir ekol. Genelde çarşı esnafı ve İnegöl’ün bilindik, tanınmış ailelerinin gençleri takılırlardı buraya. Sabahları İnegöl haberleri ilk orada dinlenirdi. Olayların kritiği orda yapılır, ardından çarşı esnafı iş yerlerine geçerlerdi.

Kahvelerde, çay bahçelerinde bira içmenin henüz serbest olduğu bir dönemdi. Oyun masalarının altında kasa kasa biralar olur, oyunlar birasına oynanırdı. Genç kızların o dönemde en çok merak ettikleri, orada bulunmayı hayal ettikleri, arzuladıkları bir mekândı İki Kapılı Kahve. Yazın vişne suyu ve limonatası ile meşhurdu. İshakpaşa Camii tarafından, Yapı Kredi Bankası yanından, Kapalı Çarşı girişi, Zeynel amcanın eczanesi, bankanın yanında İnegöl’ün en eski köftecisi Besler Köfte, karşı tarafta Tabakoğlu’nun dükkânı vardı, hemen yanı Zadelerin Emin abinin züccaciye dükkânı, yanında da çelikmakas. Çay ocağının bir yanında gömlekçi Şaban amcanın dükkânı vardı, bir yanında da Tankut Plak.

İki kapılı kahvenin popüler olmasının en önemli nedenlerinden birisi hiç şüphe yok ki Oktay abinin plakçı dükkânıydı. Bahçeye gelen müşteriler en yeni şarkı ve türküleri burada dinler, beğendikleri şarkılardan oluşan kasetleri burada yaptırırlardı. Bizim arkadaş grubumuzda herkesin favori bir şarkısı vardı. Oktay abi de bir seferinde vitrin düzenlemesinde işte bu favori şarkılarımızın yanına isimlerimizi de ekleyip çınar yapraklarına süsleyerek yazdırmıştı. Benim şarkım Ümit Besen’in “Tahta Masa”sıydı. Benim şarkımın yanında adımın yazılı olduğu Çınar yaprağı o vitrindeki en güzel yaprak olarak görünürdü hep gözüme.

Hafta sonu organizasyon başkanımız Kenan, talep fazla olunca ufak bir minibüs tutmuştu. Kamberlere gidecektik. Minibüste, bazı arkadaşlarımız kahveden Hamdi, Ahmet, Ufuk abilerin sayesinde daha öne gitmişler, onların tavsiyesiyle torpilli olmuşlardı. Aramızda ilk gidenler de vardı. Minibüsçü arkadaşa belirli bir saat verildi. Herkes kapıdaki bekçi ve polise kimliğini gösterdi. Hepimizin yaşı tutuyordu. Şakir de ilk gidenlerdendi. Tahsin, Mehmet ve Şakir sicim gibi yağan yağmura aldırmadan, beraber saçakların altından meydanın solundan arka sokağa daldılar. Bir evin önünde şemsiyenin altında, altı köşe takkesi ve sarı gocuğundan Seyfettin amcayı tanıdılar. Dalgın dalgın evin penceresinden içeriye bakıyordu. Çaktırmadan, ona görünmeden gocuklarını başlarına çekerek iki ötedeki eve girdiler.

Salondaki koltuklar boştu. Islanmıştılar, içeriden salona iki kadın çıktı biri yaşlıca giyinikti; diğeri saçları boyalı, dudakları rujlu, mini etekli, iri göğüslü, azıcık tombul, ağzında sakızı patlatarak yanan sobanın yanındaki çekyata oturdu. Yılışarak Tahsin’e “Yine mi Jill’e geldiniz?” dedi. Tahsin’i tanıyordu. “Ulan ne buluyorsunuz bu orospuda. Üç kişisiniz biriniz bana gelin. Memnun etmezsem para almam.” Tahsin’in sesi çıkmadı. Diğer kadın “Jill birazdan gelir paşam oturun çay için, ısının.” dedi. Arka tarafa “Bekir üç çay” diye seslendi.

Tahsin daha önce defalarca gelmişti. Mehmet ona göre daha yeniydi. Bu üçüncü gelişiydi. Şakir’e kıyak yapacaklardı, çayları içmişlerdi ki merdivenlerden Hamdi abi indi:

Ooo beyler bu ne ya iyi ki getirdik seni Tahsin bu ne lan! Kahveyi toplamışsın, dedi. Bilmiyordu ki bir minibüs gelmişlerdi. Mehmet:

Abi Seyfettin amca burada, diyerek atıldı.

Nerede lan?

İki ev ötede, camdan bakıyordu.

Seyfettin amca Hamdı abinin babasıydı. İnegöl’ün eski kulağı kesiklerindendi. Hamdi “Hassiktir lan!” diyerek okkalı bir küfür savurdu. “Ben mi utanayım o mu” dedi, ceketinin yanlarını kaldırdı, şapkasını da gözlerinin üstüne kadar indirdi. “Eyvallah çocuklar.” diyerek çıktı.

Bir müddet sonra Jill yanlarına geldi. Tahsin’in kucağına oturdu. O dönemlerde televizyonda Charlie’nin Melekleri dizisi çok meşhurdu, dizide Jill Mohreo’yu Farrah Fawcell oynuyordu. Asıl adı Fikriye olan bu kadın, sarı saçları ile kendini Jill’e benzetiyor, Jill takma adını kullanıyordu. Tahsin:

 Mehmed’i tanıyorsun, bu arkadaşımız da Şakir. İlk defa milli olacak, ona göre muamele yap, dedi. Şakir boncuk boncuk terliyordu. Jill Şakir’in yanağını sıktı. “Korkma, acıtmayacağım.” diyerek bir kahkaha patlattı. Tahsinle beraber yukarı çıktılar. Bir süre sonra Tahsin geldi, Mehmet çıktı. O arada Tahsin Şakir’e taktik veriyordu. Mehmet de gelince Şakir’i yukarı yolladılar. On beş yirmi dakika oldu Şakir’den haber yok. Yarım saat, yine yok. O arada yukarıdan gürültüler gelmeye başladı. Merdivenlerden, Şakir önde, pantolonunun önü açık, bir elinde gömlek, ceket, atlet bir elinde. Diğer elinde gözlükleri…Jill arkadan tekme tokat Şakir’e vuruyor, bir yandan da ağza alınmayacak küfürler ediyordu. Tahsin araya girdi, “Ne yapıyorsun Jill ayıp oluyor” dedi. Jill “Nereden getirdin bu orospu çocuğunu, siktirin gidin” diye söylenerek çıktı yukarıya. Şakir toparlandı. Jill’in hala yukarıdan savurduğu galiz küfürler aşağıdan duyuluyordu.

Dışarı çıktılar. Yağmur dinmişti. Çıkıştaki hamamın yolunu tuttular. Tahsin sordu, “Şakir ne oldu?” diye. Şakir “Birkaç kez iş bitirdik, ekstra para istedi ben de vermedim.” dedi. Tahsin “Ulan pinti Kırcalı, rezil ettin bizi bir daha seni böyle bir yere getiren ne olsun!” dedi. Şakir sırıtarak başparmağıyla işaret parmağını birleştirip o işareti yaptı. Kahvede bu duyuldu. Artık Şakir’in suyu iyice ısınmıştı, öyle bir oyun oynanması lazımdı ki Şakir bunu yıllarca unutmamalıydı.

Aslında demiştik ya, Şakir temiz kalpli, dürüst bir arkadaşımızdı. İyi esnaftı kendisi. Çarşıda herkes onu tanır ve severdi. Bayramlarda dükkânı arı kovanı gibi çalışır, biz de bayrama üç dört gün kala akşamdan geceye yardım ederdik kendisine. Satamayacağı kazak, gömlek, pantolon yoktu. Müşteriyi hiçbir zaman boş çevirmez. Ne yapar eder mal satardı. Veresiye verir, sanayi esnafına senetle, çekle mal satar, hiç “yok!” demezdi. Hiç kimseyi de boş çevirmezdi.

Çok beyefendi bir babası vardı Şakir’in. Kravatsız, takım elbisesiz gezdiğini görmezdik kendisini. Tatlı dilli, hatırnaz bir adamdı. Eli de açıktı üstelik ama Şakir kime çektiyse cömertlik hususunda hiç babasına benzemezdi.

Şakir için planımızı yapmıştık. Hayali iki kız kardeş kurguladık önce. Kızların anneleri İnegöllü, babaları ise Kütahyalı. İsimlerini de Ayşe ve Fatma olarak belirledik. Babaları azot fabrikasında çalışırken iş kazası geçirmiş ve vefat etmiş. Annesi de kızlarını almış, çekmiş gelmiş İnegöl’e. Büyük olanı kuaförde çalışıyor, ufağı ise henüz liseyi yeni bitirmiş, üniversite sınavına hazırlanıyor. İkisi de çok güzeller. Kuaförde çalışan büyük kız kardeş, sözde bizim arkadaşlardan Cemil ile görüşüp konuşuyor. Her akşam Şakir’in olduğu ortamda bıkmadan usanmadan bunları konuşuyoruz. Cemil, sözde görüşüp konuştuğu kızın yanında kız kardeşini de öylesine ballandıra ballandıra anlatıyordu ki, sonunda bir akşam Şakir oltaya geldi.

Cemil, bir güzellik yap şu arkadaşına da şu seninkinin kız kardeşini ayarla bana, demeye başladı.

Cemil bir hafta kadar nazlandı. “Senden bana bacanak olmaz.” dedi, onu dedi, bunu dedi. Sonunda on kasa bira ile Emin Ağa’dan bir karton yabancı sigaraya anlaştılar. Şakir’e önce kızın resimleri gösterildi. Bir ara arkadaşlarımızdan birinin tezgâhtar kız kardeşi ile telefonda görüştürüldü. Şakir artık tam tavına gelmişti, ama istekleri de bitmek bilmiyordu.

Cemil’e:

Bak, ben kızı öperim, ellerim, okşarım, şöyle yaparım, böyle yaparım, karışmak yok haaa… demeye başladı.

Cemil, “Olmaz.” dedikçe o diretiyordu. O direttikçe Cemil pazarlığı yükseltiyordu. On kasa, on beş kasa, yirmi kasa derken sonunda anlaştılar. Şimdi iş planın zor olan kısmına gelmişti. Şakir’le kızın buluşma yeri olarak ilçenin Bursa tarafındaki çıkışında, eskiden havaalanı olarak kullanılan şimdilerde ise temeli atılmış halde idari bina inşaatının bitirilmesi beklenen Organize Sanayi Bölgesi seçildi. İkinci Dünya Savaşı sırasında cephe gerisinde bir üs olması amacıyla yapılmış olan ve Kalburt Deresi’ne kadar uzanan havaalanı pistinde yaz aylarında çiftçiler, pistin üzerine yaydıkları gündöndüleri kuruturlardı. Havacılık Haftaları’nda, Türk Kuşu’na ait pervaneli uçaklar gelir, Türk Hava Kurumu tarafından belli bir ücret karşılığında halka İnegöl üzerinde tur attırılırdı. İnegöl Organize Sanayi Bölgesi yapım çalışmaları yetmişli yıllara kadar dayanmaktadır. Dönemin Ticaret Bakanı Ahmet Türker’in desteği, İnegöl Belediyesinin ve Ticaret Odasının girişimleri ile kurulmuş, Türkiye’nin ilk ilçe organize sanayi bölgesidir.

Plana göre arkadaşlarımızdan birisini buluşmadan bir saat kadar önce inşaata bırakacaktık. Bu arkadaşımız, inşaatın yakınından fenerle işaret verecekti. İnşaat ana yola yaklaşık yüz metre kadar bir mesafedeydi. Biz Şakir’i anayolun kenarında bırakacak, iki saat sonra da gelip alacaktık.

Bu işi planlayan arkadaşlar daha akşam yemeğini bile yemeden, erkenden kahvede buluştular. Çaylarını söyleyip yudumlarken planı son bir kez daha gözden geçirdiler. Az sonra İki Kapılı Kahve’nin arka bölmesinin kapısı açıldı, içeriyi bir anda sıcacık simit kokusu doldurdu. Kafasının üzerinde simit tablasıyla kapıdan kahveye giren simitçinin "Eskişehir unundan, Uludağ suyundan, yeni çıktı Beyaganın Fırından" nidasıyla birlikte bütün bakışlar simitçiye çevrildi. Gelenler zaten akşam yemeğini yemedikleri için kafasının üzerindeki tablayı yan masanın üzerine bırakıp soluklanan simitçiden birer ikişer simitlerini aldılar. Ömer bir koşu Manav Mesut’a seyirtti. Peynir zeytin alıp geldi. Sıcacık simitlere katık ettikleri peynir zeytinle bir güzel karınlarını doyurdular.

Akşam yemeği bu şekilde yenmiş, kahvenin müdavimleri de birer ikişer kahveye damlamaya başlamışlardı. Kahveyi işleten arkadaşımız henüz gelmemişti. Ocakta duran Yüksel yeni çay demlemiş, garson Beretta masaları toparlamış servise hazırlanıyor, kahvenin demirbaşı Osman Ağa ocağın yanında bacak bacak üstüne atmış, siyah ağızlığına taktığı sigarasını tüttürüyordu. Dışarıda buz gibi soğuk bir rüzgâr esiyor, Tankut plakta Ferdi Tayfur şarkıları çalarken kahvenin yan tarafındaki Merkez Divan Lokantasında Orhan abi, her zamanki sirke satan suratıyla ertesi gün için hazırlıklarını yapıyordu. Ocaktan bahçe girişinin sol yanında kaptan köşkü dediğimiz yer vardı. Yazın genelde oraya ilk gelenler oturur, oyun oynanacaksa bahçedeki diğer masalara dağılınırdı. Burada genelde sohbet edilirdi. İki Kapılı için önemli bir yer sayılırdı bu kısım. Şimdi bu soğukta iki kişi oturmuş hararetli de bir şeyler konuşuyorlardı. Sandalyenin dibinde biralar… Bunlar da kahvenin müdavimlerindendir. Genelde dışarıda otururlar ne zaman gelirler ne zaman giderler belli olmazdı. Bunlar meşhur ikili Kopraz ve Ölü Mithat’tır.

Beretta oturduğumuz masaya bir elli iki destesi attı, bir de yazboz getirdi. Cemil "Bu akşam oynamıyoruz." dedi. Beretta Boşnakça sövüp saydı. Şimdi Mehmet Akif bekleniyordu ki, çok bekletmedi kendini, az sonra o da geldi. Mehmet Akif önceden olay mahalline bırakılacak, Şakir’e feneri o yakıp söndürecekti. Hızlı bir şekilde yerlerinden doğrulup kahveden çıktılar, arabaya binip doğruca Organize Sanayinin yolunu tuttular. Mehmet Akif feneri aldı, inşaata yollandı. Şakir'i getirdiğimizde iki kere kornaya basacaktık, o da feneri yakıp söndürecekti. Mehmet Akif'i bıraktıktan sonra tekrar kahveye döndüler.

Fazla geçmedi, Şakir de az sonra damladı kahveye. Gelmeden önce Berber Recep abide sinekkaydı tıraşını olmuş, bir de parfüm sıkmış ki, sanırsın parfümle yıkanmış. Şakir’in parfüm kokusu, sigara dumanına boğulmuş kahvede sigara kokusunu bile bastırmıştı. Ortalığa yayılan bu parfüm kokusuna yan masalardan laf atmalar gecikmedi.

Hayrola Şakir, damat gibi olmuşsun. Kız istemeye mi gidiyorsun? dedi birisi.

Şakir oralı bile olmadı. Cemil’e kaş göz işareti yaptı. Cemil, Mesut’la birlikte diğer arkadaşların meraklı bakışları arasında Şakir’i de aralarına alıp dışarı çıktılar. Tam arabaya bineceklerdi ki, Ölü Mithat "Amcaoğlu beni de Mahmudiye Mahallesi’ne atıverin" dedi. Arabayı çalıştırdılar, araba, yetmiş üç model mavi Mercedes’ti. Her yaz gelen Almancılardan parça değiştirile değiştirile bayağı yenilenmişti.

Şakir, arabanın ön koltuğuna keyifle kuruldu, arka koltukta oturan Ölü Mithat, parfüm kokusundan iyice bunalmış "Bu parfüm kokusu beni bozar, camı açsana birader." diye seslendi arkadan. Hava soğuk olmasına soğuktu fakat Ölü Mithat da haksız sayılmazdı hani. Araba hareket ettikten kısa bir süre sonra içerisi parfüm kokusundan durulmaz hale gelmişti. Camlar açıldı. Önce Mithat’ı Mahmudiye Mahallesi’ne bıraktılar, sonra Hastane Caddesi, Süleymaniye derken Bursa Ankara yoluna çıktılar.

Yolun inşaatın hizasına gelen kısmında durup bir süre beklediler. Bu arada Cemil, Şakir’e bir kez daha tane tane anlatıyor, sözde taktik veriyordu. Aşağıya indiler. Mesut iki kez kornaya bastı ve herkes başlarını çevirip inşaattan tarafa baktılar. Az sonra karşıdan fener yanıp sönmeye başladı. Cemil bu arada sanki Şakir’i gerçekten bir kızla buluşmaya gönderiyormuş gibi rolünü çok iyi oynuyordu. Şakir soğuktan mı, yoksa heyecandan mı neden bilinmez, zangır zangır titriyordu. Cemil "Haydi, gazan mübarek olsun!.." dedi. Şakir inşaata doğru yürüdü. “Yürürken bir yandan da Ayşeee... Fatmaaa...” diye kısık bir sesle seslenmeye başladı.

Şakir karanlıkta gözden kaybolunca tekrar arabaya bindiler. Anlaştıkları gibi elli altmış metre kadar ilerleyip durdular. Yol kenarından bir karaltı hızla çöktüğü yerden fırlayıp arabanın arka kapısını açtı ve içeriye daldı.

Dondum ulan dondum, nerde kaldınız, açın şu kaloriferi, dedi.

Kaloriferi en sona getirdiler.

Arkadaşlar, galiba inşaatta kalan işçiler vardı, dedi Mehmet Akif. İçerde, ateş yanıyordu. Ben yola çıkarken Şakir’in sesini duydum. Ayşeee, Fatmaaa… diye seslenerek ilerlediğini gördüm, dedi.

Cemil:

Bas gaza oğlum bas! Boş ver şimdi Şakir'i filan, dedi. Ardından kahkahayı patlattı.

Onun kahkahasıyla birlikte diğerleri de makaraları koyuvermiştiler. Kahveye döndüklerinde içerisi iyice yükünü almıştı.

Cemil masaların ortasına bir yer açtırdı. Ardından Adnan’a seslendi:

Adaş beş kasa bira koyalım buraya, dedi. Sonra Mesut’a döndü.

Sadıç, sen de bir koşu Emin Ağa’nın oraya git de bir karton sigara kap gel, dedi.

Adnan iki kapılı kahvenin işletmecisidir. Bizim gruptandır o da. Hepimizden iki üç yaş büyüktür ama. İyi top oynar, fiyakalı giyinir, bize önderlik yapar, anlayacağınız herkesle kafası barışıktır onun. Çoğu arkadaşımızın yavuklusunu o ayarlamış, ayrılanları o barıştırmıştır. Askerde eğitim çavuşuydu. Askere gittiğimde olacağı varmış ya, denk gelmiş, onun bölüğüne düşmüştüm. Yani anlayacağınız, kendisi benim de eğitim çavuşumdu. Bana krallar gibi acemilik yaptırmıştı ki sormayın. Bir ara on gün izine gitmişti de o gelene kadar diğer alt devre çavuşlardan her gün sopa yemiştim. Adnan akşamları çalışmaz, bizimle oyun oynardı. Kahveye geri döndüğümüzde girişteki masada oturmuş, kuyumcu İsmail’le atmış altı oynuyordu. Olayı biliyordu tabii, Beretta’ya doğru seslendi.

 Cevoş, ne kadar bira kasası varsa koy ortaya, dedi.

Neredeyse bir adam boyuna çıkmıştı ortaya yığılan kasalar. Bir anda içerideki herkes oyunu bıraktı. Bir köşede pazarcılar, bir köşede Çıtırnazların Fehmi, Aydemirler, Pırtık İsmail ve arkadaşları, iki masa da bizim çocuklar vardı içerde.

Adnan:

 Arkadaşlar, bu akşam biralar benden, afiyet olsun, diye bağırdı.

Bizim çocuklar olayı biliyordu tabii, diğer masalardan bir alkış tufanı koptu. Sonra herkes tekrar oyununa geri döndü. Aradan bir saat kadar bir zaman geçmişti. Cemil masadakilere döndü:

Ufaktan ufaktan toparlanalım, dedi.

Tam kapıdan çıkılacaktı ki, Şakir kan ter içinde kahveden içeri girdi. Ayakkabıları, pantolonunun paçaları sıvama çamur içinde, üstü başı da perişan haldeydi. Herkes şaşırmıştı. Cemil hızla Şakir’in kolundan tutup dışarı çıkarttı. Diğer arkadaşlar da arkadan fırlayıp çıktılar.

Ne bu halin Şakir, ne oldu sana? diye sordular.

Şakir kahvenin önündeki sandalyelerden birine adeta çöküp kaldı. Biraz soluklandıktan sonra konuşmaya başladı. Bir yandan küfürler ediyor, diğer yandan da başına gelenleri anlatıyordu:

İnşaata kızların adını seslene seslene yaklaştım. Kızlardan hiç eser yoktu ama inşaatta yabancı adamlar vardı, kovaladılar beni, canımı zor kurtardım.

Ne adamı, kimlerdi onlar Şakir?

Ne bileyim oğlum, inşaatta çalışan doğulu işçilerdi herhalde, doğulu şivesiyle konuşuyorlardı.

Eeee…

Eeesi, adamlar karanlıkta beni görünce bağırıp kovaladılar.

Ya kızlar, kızlara ne oldu? dedi Cemil, endişeli bir yüz ifadesi takınarak.

Şakir, tekrar küfretmeye başladı.

Ben canımın derdindeyim siz bana kızları soruyorsunuz, arkamdan tüfek attılar, yakalasalar halim haraptı, kızları filan da görmedim.

 Kızlara ne oldu?

 Ne bileyim ben, dedi Şakir.

Mesut gülmemek için kendisini zor tutuyor, içinden "Ne kızı salak, ortada kız mız yok ki" diyordu.

Cemil:

 Eyvaaah… Bu adamlar kızları yakalayıp da bir şey yapmış olmasınlar sakın, dedi endişeyle.

Cemil’in yüzüne takınmış olduğu endişeli ifadeyi diğerleri de paylaşmışlar, panik yapıp telaşa kapılmış gibi davranıyorlardı.

Cemil, Mehmet Akif’e dönüp:

 Gel adaş, gidip bakalım şu kızlara yoksa başımıza iş alacağız, diye Şakir’e de duyurarak seslendikten sonra telaşlı bir şekilde kalktı yerinden.

Diğer arkadaşlar da:

 Şakir, gel içeri biraz ısınırsın, dediler.

Şakir içeri girmeden önce üstünü başını topladı, bahçenin köşesindeki çeşmede ayakkabılarını, pantolonunun paçalarını silip temizledi. Sonra kahveden içeri girdi. İçeri girdiğinde gözlüğünün camları her zamanki gibi yine buğulanmıştı. Gözlüğünü çıkardı, hayal meyal bira kasalarını gördü ortada. Şaşırmıştı. Bir an Cemil’le yaptığı pazarlık geldi aklına. “Yok canııım, benim söz verdiklerim değildir bunlar." diye geçirdi içinden. Sonra Adnan’a döndü:

 Ne o lan, kaynanan mı öldü? diye bir de espri patlattı.

Adnan:

 Yok be Şakir’im, keriz oynadık, oyun bu gece de bir kerizde kaldı. dedi gülerek. Sonra

 Keriz birasıdır, sende iç, diye sözüne devam etti.

Şakir’e de bir bira açtılar. Şakir, bir dikişte yarılamıştı birayı, şöyle bir soluklanmak için başına diktiği şişeyi indirdi, sonra etrafa bir göz attı. Diğer masalarda oturanlar zaten olayı bilmiyorlardı. Bizim masadakiler de bozuntuya vermeyip, hiç pot kırmıyorlardı.

Şakir:

 Vay beee... Ne kerizmiş! dedi, alaylı alaylı gülerek.

Bizim masa bir anda kopmuş, kahvenin içi bir anda kahkahaya boğulmuştu.

Keriz oyunu iki kapılıya mahsus oynanan bir oyundu. Belki başka yerlerde farklı isimlerle de oynanıyordu, kim bilir. Oyunun kuralı blöfe dayanıyordu. Pokerin atası derdik biz bu oyuna. Elli iki ya da yüz dört kâğıtla oynanır. Genelde elli ikilik deste tercih edilir, oyuncu sayısı da sekize kadar çıkabilirdi. İdeali dört ya da beş kişidir ama. Kâğıtlar eşit olarak dağıtılır. İlk oynayan elindeki kâğıtlardan benzerleri, mesela elinde iki adet yedili varsa iki adet yedili deyip ortaya kapalı olarak atardı. Bu doğru da olabilir yanlış da yani iki yedili deyip ortaya başka kâğıt da atmış olabilirdi. Sonraki oyuncu kâğıtların üzerine elinde o kâğıttan olsun ya da olmasın bir yedi ya da iki yedili diyerek ilave ederdi. Ya da kâğıtları açar, doğru kâğıtlarsa kâğıtları alırdı. Tahmin edilen kâğıtların sahibi tekrar baştan devam eder ve yeni kâğıtlar atardı masaya. Yanlışsa yanlışı bulan oyuna devam eder. Diğer oyuncular da aynı şekilde sırası gelen ya pas der ya da üstüne ilave eder ya da açardı. Kimse üstüne kâğıt koymazsa son koyan eline göre tekrar değişik kâğıt atar. Elinde kâğıtları bitiren o oyunu bitirir. Diğerleri ellerindeki kâğıtları sayar kimde fazla kâğıt varsa ona bir harf yazılır. Toplamda, beş harften oluşan kelimeyi tamamlayanda oyun kalırdı ki, bu kelimenin harf sırasıyla yazılışı KERİZ’di. Bu oyunu kahvede en iyi oynayan Miyami’ydi. İstediği şekilde oyunu yönlendirir, istediğinde oyun bırakırdı.

Şakir ikinci birasını henüz bitirmişti ki Cemil ve Mehmet Akif kapıda göründüler. Şakir’i çağırıp dışarı çıkardılar.

 Yok oğlum yok, kızlar inşaatta değiller, nerde lan bu kızlar? diye bağırmaya, Şakir’e sövmeye başladılar. Gün görmedik küfürler savruluyor, havada uçuşuyordu.

 Ne yapacağız oğlum şimdi, kızların anasına ne diyeceğiz? dedi Cemil.

Şakir azıcık çakır keyif olmuştu.

 Ne bileyim lan, asıl benim paralarım ne olacak? dedi. Cemil’e.

 Başlatma lan şimdi parandan, biz kızların derdine düştük sen paradan bahsediyorsun. Sokarım parana! diye çıkıştı Cemil. Ardından öfkeli bir şekilde Şakir’in üzerine yürüdü.

O kadar çok rolünün havasına kaptırmıştı ki kendini, bayağı bayağı kavga edecekti Şakir’le. Hemen arkadaşlar girdiler araya. Sözde ortalık sakinleştirecekler.

Hadi oğlum, burada hava iyice ısındı, bir kaza çıkmadan sen evine, dediler Şakir’e.

Şakir fazla üstelemedi. Zaten bu işten sıyrılmaya dünden razıydı. Beslerin aradan İshakpaşa Camii’nin yan tarafından yürüyüp caddeden karşıya geçti. Akbank’ın arasından yokuşa vurdu. Mehmet Ali’nin fırınının arasından Kırcalı Mahallesi’ndeki evlerine doğru yollandı.

Kahvede her kafadan bir ses çıkıyordu. Kimisi, “Ayıp oldu Şakir’e” kimisi de “İyi oldu iyiii, ders olur pintiye” diyordu. Kahve o gece kapanana kadar gürültü şamata, tartışma bitmek bilmedi.

Cemil, cebinden çıkarttığı paralara göz attı:

Arkadaşlar, bu para bize daha bir hafta yeter, hadi tatlıcı Yusuf’a gidelim, dedi.

Kahvede kalan son üç dört arkadaş Uzun Sokak’tan yürüyerek Saray Pastanesi Tatlıcı Yusuf’un yolunu tuttuk. İçerisi tıka basa doluydu. Köşedeki bir masaya geçip oturduk. Yusuf abi yoktu dükkânda, Süleyman’la kardeşi Selim de müşterilerle ilgileniyordu. Öndeki masada İnegölsporlu topçulardan Saffet, Nafi, Bayram Ali; Amigo Pele Ahmet’le birlikteler, onlar da tam masadan kalkmak üzereydiler. İçlerinden biri hesabı ödemek üzere kasaya yöneldi. Cemil Sülo’ya doğru döndü:

Hesap bizden, afiyet olsun, dedi.

İnegölspor Lokali elli altmış metre kadar ileride, Kaptanın Kahvenin üstündeydi. Topçular, "Teşekkür ederiz" dediler. Masaya doğru dönüp el kaldırarak selamladıktan sonra çıkıp gittiler.

Saray Pastanesinin en meşhur tatlıları; muhallebi, kazandibi ve supangledir. Gecenin ilerleyen saatlerinde artık pastane iyice boşalmış, bizden başka kimse kalmamıştı içerde. Sülo bizden biraz büyüktür, Selim de birkaç yaş küçüğümüzdü. Çarşıdan, okuldan tanırdık birbirimizi. Bizim nesilde yetişen gençlerin kız arkadaşlarıyla buluştuğu yerdi Saray Pastanesi. Genelde arka bölümdeki yazlık yerde oturup konuşulurdu kızlarla. Yusuf abi herkesi almazdı o bölüme, hele ki kızlı erkekli grup olacak, kızardı. Öğlen ya da ikindi namazına gittiğinde onun yokluğundan istifade Sülo kıyak yapar, gençleri alırdı o bölüme.

Dükkânı beraber kapattık o gece "İyi geceler." diyerek hepimiz evlerimize dağıldık.

Benim arabam İki Kapılı Kahve’nin önündeydi. Uzun Sokak’tan kahveye doğru yürüdüm. Merkez Eczanesi önünde Çiko’yla karşılaştık. Çiko genelde yaz aylarında İki Kapılıya kış aylarında ise Sinanbey Mahallesi’nde, Kız Sanat Okulunun karşısındaki Gençlergücü Lokaline takılırdı. Hem uzaktan da olsa akrabam hem de ortaokul ve liseden arkadaşımdı. Selamlaştık, ayaküstü biraz durup hâl hatır sorduk birbirimize. "Gel bırakayım seni" dedim Çiko’ya. Arabaya bindik, önce bir Pırasalık turu yaptık, sonra Yenice Mahallesi, Hamidiye Mahallesi… Kamburun Kahvenin karşısından Kavak sokağa, oradan da Devir sokağa saptık. Kornaya bastık. Bir iki döndük. Kimse, pencereye çıkan olmadı. O saatte herkes uyumuştu demek. "Oooo, seninki uykuda" dedim Çiko’ya." Yoksa bu kadar korna sesine muhakkak cama çıkan birisi olurdu" Çiko bir küfür savurdu, ardından sövmeye devam etti. Tekrar Kambur’un Kahvenin önüne çıkan sokaktan caddeye çıkacaktık. Gazı debriyajı ayarladım, lastikleri ciyak ciyak öttürerek o saatte kendimize küfrettirecektik. O dönemde özellikle gençler arasında böyle bir lastik öttürme bir de otomobillerin egzoz boruları çıkartılarak sokak aralarında hızla dolaşma modası vardı. Egzoz borusu olmayan otomobil çok kuvvetli bir mide bağırsak gurultusu ile aşırı zorlanarak yellenme sesi arası bir gürültü çıkarırdı. Pioneer marka kasetli teyplerden sürekli müzik sesleri yükselirdi. Ön camın içine, olabilen her şey süs eşyası olarak asılı durur. Camın arkasında da moda olan ve çoğu arabada birer tane bulunan, arabanın hareketiyle birlikte kafası sağa sola sallanıp duran oyuncak köpek bulunurdu. Arabanın turlaması esnasında çıkardığı bu enteresan sesin nereden geldiğini görmek için çoğu insanın kafalarını evlerinin, dükkânlarının pencerelerinden dışarı uzatmaları bu arabaları kullananlar için ayrı bir zevkti. Kamburun Kahve kapanmış, önünde üç beş kişi muhabbet ediyordu. Gündüzleri Hayriye köyü ve civarındaki Gürcü köylerinden gelen köylülerin buluşma yeriydi Kamburun Kahve. Akşamları da içerde oyun oynanırdı. Kahveyi oğlu Ali Osman işletiyordu. Aynı zamanda sanayide mobilya dükkânı da vardı Ali Osman’ın. Sanayiden hem dükkân komşumuz hem de müşterimizdi kendisi. Bizi fark etti, ıslık çaldı, onu görünce bu defa lastikleri bağırttırmaktan vazgeçtim. Arabayı onun yanına yanaştırdım, arabanın camını aralayarak hâl hatır sorduk birbirimize.

Yeğen, geçen günden kalan borcumuzu ödeyelim sana, biz Bursa’ya mekâna gidiyoruz, gelin sizi de götürelim, dedi.

 Estağfurullah Ali Osman abi, sen güzelliğini yaptın, borç mu olurmuş ne borcu… Arkadaş misafir, teşekkürler, başka zaman, eyvallah, dedim.

Normal bir kalkışla yanlarından ayrıldık, Çiko’yu eve bırakıp ben de eve gidecektim. Baktım Çiko diken üstünde, tabii, merak ediyor, gecemizi renklendireceğini düşündüğü bu teklifi benim reddetmiş olmama bir anlam veremiyordu. Dayanamadı, sordu tabii:

Ne borcu? dedi.

Suratının hali borcu merak etmekten çok neden gitmedik der gibiydi bana. Başladım anlatmaya:

 Bir ay kadar önceydi. Malum, Şahinspor’da idareciyiz. Şahinspor İnegöl’ün en eski amatör kulüplerinden. Diğer amatör kulüpler birleşmişler, profesyonel olmuşlar. Bizimkiler birleşmemişlerdi. Genç takımından itibaren top koşturmuş genç yaşta da idareci olmuştum. Başkanımız Zeki Fethi abiydi. Eski başkanlardan Adnan Hoca yardımcı olmuş, bir tiyatro ekibi getirtip gösteri düzenlemiştik İnegöl’de. Güzel bir gece olmuştu. Tiyatro bittikten sonra tüm idareciler kulüpte toplandık, gecenin değerlendirmesini yaparak hâsılatı çıkardık. Kalan parayı da Kova Cemal’e teslim ettik. Kulüpte bizden başka bir köşede oturup duran Yusuf abi de vardı, sanki bizden birisini bekliyor gibiydi. Yusuf abinin rahatsızlığından dolayı ayakları kesilmişti ve tekerlekli sandalyeye mahkûm olmuştu. Yusuf abi sadece bizi değil, babamızı, ailemizi, hatta sülalemizi tanırdı. Mahallenin ileri gelenlerinden sözü dinlenilen, sevilen sayılan birisiydi. Eğlenceyi de severdi hani. Uzun yıllardır İnegöl’deki ve Bursa’daki eğlence mekânlarına gider gelirdi. Herkesi tanırdı, tanımadığı kimse yok gibiydi.

Başkana yaklaştı:

Başkan, biliyorsun bana sözün var. Seni bekliyorum, dedi.

Başkan, sıkıntılı bir yüz ifadesiyle bir of çekerek bize doğru döndü.

 Arkadaşlar, kaç zamandır Yusuf abiyi atlatıyorum, kaçacak yerim kalmadı artık. Biliyorsunuz, yeni evliyim. Ben artık bu işleri bıraktım. Bu akşam Yusuf abiyi benim yerime siz misafir edin, dedi çıktı işin içinden.

Yavuz, Çakır, Fevzi ve ben kabul ettik. Başkan uygun bir lisanla Yusuf abiye durumu anlattı, gönlünü aldı. Ardından cebinden çıkartıp normal şartlarda harcayacağımız miktarda bir parayı Fevzi abiye uzatıp verdi. Tekerlekli sandalyeyi dönüşte almak üzere kulüpte bıraktık. Yavuz hepimizden daha iri, daha cüsseli bir arkadaştı. Yusuf abiyi kucakladığı gibi arabaya taşıyıp ön koltuğa oturttu.

 Yusuf abi nereye gideceğiz? dedik.

 Çek oğlum Milanruj'a. dedi.

Çoğunlukla gittiği yermiş orası. "Bizim mekândır" dedi.

Milanruj, Heykel’de yüksek bir iş hanının bodrum katındaydı. Arabayı otoparka park ettik. Yavuz, Yusuf abiyi sırtına aldı, merdivenleri indik, Milanruj’un kapısına geldik ki bir de ne görelim. Mekân mühürlenmiş, kapalı.

Fevzi abi:

 Aşağıya, Hisar’a gidelim, dedi.

Bu arada merdivenleri in çık, ne kadar cüsseli de olsa sırtında Yusuf abiyle merdiven çıkan Yavuz, kan ter içinde kalmıştı.

 Ne kadar da ağırmışsın be Yusuf abi, öldüm bittim, dedi.

 Hadi len ormancının oğlu, sen de ne kofmuşsun, dedi,

Yusuf abi.

Fevzi abinin dediği yere geldik, Hisar'a yani.

Yavuz, Çakır’a döndü:

 Yusuf abiyi biraz da sen taşı, dedi. Bu defa Çakır sırtlandı Yusuf abiyi.

Kapıda dikilen izbandut gibi iki adam, Yusuf abiyle Fevzi abiyi tanıyorlardı. Selam verdik içeri girdik. Ben, hayatımda ilk defa böyle bir yere geliyordum. Loş ışıklar, sigara dumanı ile birlikte yüksek sesli bir müzik hâkimdi mekâna. Sağ tarafta localar vardı. Belli ki burada oturanlar hatırı sayılır müşteriler dendi. Geniş bir merdivenle, açık bir alana indik. Burada masalar, masaların önünde de masaların yüksekliğinde yarım daire şeklinde bir çıkıntıdan oluşturulmuş sahne, sahnenin arkasında çalgıcılar, önünde bozuk bir sesle şarkının içine eden, sarı saçlı, yüzünde bir kilo boya, yüksek topuklu, yırtmaçlı eteğinin arasından fileli çorabı görünen bir şarkıcı…

Arkalarda tuvaletlere yakın yerde bir masayı gösterdiler bize. Paltolarımızı, ceketlerimizi çıkartıp vestiyere asılmak üzere garsonlara teslim ettik. Az sonra kıyafetinden şef garson olduğu belli olan biri geldi yanımıza. Sırıtarak:

 Hoş geldiniz, arkadaşlarımız sizi yanlış yere oturtmuşlar, buyurun sizi şöyle alalım, dedi ve bizi sahnenin hemen önündeki bir masaya götürdü.

Yusuf abi hemen atıldı:

 Tabi ya, akılları sıra beni Milanruj'dan kopartıp buraya müşteri yapacaklar ya bunlar, jest yapıyorlar." dedi.

Az sonra başka bir garson geldi yanımıza.

 Ne içersiniz?" diye sordu.

Fevzi abi:

 Bize bira getir, ortaya çerez, meyve falan. Yusuf abiye de karafaki.

Karafaki otuz beşliğin yarısıydı. Fevzi abi beni işaret edip:

 Arkadaşa da meyve suyu getirin, dedi.

Başkandan ona göre para almıştık. Harcayacağımız para belliydi. On on beş dakika sonra garson büyük bir tepsinin içinde bir sürü mezeyi getirip bıraktı masanın üstüne. Biz hepimiz şaşkın şaşkın birbirimize bakakaldık.

Yusuf abi gayet pişkin:

Şaşırmayın çocuklar, bunlar hep benim hatırıma. Bunlardan para almazlar, dedi.

Az sonra garson gelip bir otuz beşliği Yusuf abinin önüne koydu. Diğer arkadaşlara da Arjantin bardağında biraları geldi. En son ışıklı meyve getirdiler. Hani, diyeceğim o ki, masada bir kuş sütü eksikti o kadar. Bu arada diğer masalarda oturanların da dikkatini çekmiştik üzerimize. Bize bakıp duruyorlardı. Yusuf abi ise çoktan başka bir âleme geçmiş gitmişti. Yiyiyor, içiyor eğleniyor. Biz ise "Hesaba paramız yetecek mi acaba?" diye düşünüp hep diken üstündeyiz. Şarkıcılar, şarkılarını bizim masaya söylüyor, Yusuf abi bize peçetelere istek parçaları yazdırıyor, sonra garsonla gönderiyor şarkıcılara. Üstelik masaya gelip okuyorlar şarkıları haaa!.. Yusuf abi bir ara gürültüden, yüksek sesli müzikten sesini bize ulaştırmak için sesini yükselterek adeta bağırdı:

 Şunu asla unutmayın gençler. Bu mekânlarda kıdem şarttır. Öyle üç beş defa buralara gelip de racon kesilmez, dedi.

Zamanın nasıl geçtiğini anlamadık bile. Neredeyse sabah oluyordu. Fevzi abi hesabı istedi. Saçımız ak mı, kara mı? Şimdi görecektik ebemizin örekesini. Az sonra her şey belli olacaktı. Ben Yusuf abinin sözlerine pek inanmamıştım, güvenemiyordum ama bu alem başka bir alemdi. En azından Fevzi abi yanımızdaydı ve o ne yapacağımızı bilirdi. Herhalde buradan sağ salim çıkartırdı bizi.

Bir müddet sonra şef garson yine sırıtarak geldi yanımıza.

 Nasıl efendim, güzel eğlenebildiniz mi? Umarım hizmetimizden memnun kalmışınızdır, dedi.

Sonra bizim cevap vermemize bile fırsat bırakmadan devam etti konuşmasına:

 Bu arada bizden hesabı getirmemizi istemişsiniz. Hesabınız yok efendim. Bu gece Ali Osman Bey'in misafirisiniz, hesabınız Ali Osman Bey tarafından ödendi, dedi.

Bu arada garson, benim elime de bir pusula tutuşturdu. Pusulada "Ali Osman Bey çıkmadan önce sizinle görüşmek istiyor. Kendisi sağ taraftaki locada." diye yazılıydı. Bir pusulaya, bir de şef garsonun yüzüne baktım. Sonra başımı çevirip locaya doğru baktım. Az öncesine kadar yüzüme yansıyan endişe şimdi hayret ve şaşkınlığa dönüşmüştü. Hepimizin nutku tutulmuştu o an. Yusuf abi hafiften sızmıştı. Zaten hesap konusu onu ilgilendirmiyordu bile. Fevzi abi garsona bahşiş verip teşekkür etti. Yusuf abiyi bu defa kapıdaki adamlardan birisi sırtlanıp arabaya kadar taşıdı. Yavuz’la Çakır benden arabanın anahtarını almış Yusuf abiyi taşıyan adamla birlikte giderken biz de Fevzi abiyle birlikte locanın yolunu tuttuk.

Loca, sahneyi ve önündeki masaları yukarıdan gören, lüks döşenmiş kırmızı koltukların ortasında mermer bir masa. Masanın üzerinde ışıklı bir meyve tabağı, mezeler, şampanya, viski gibi pahalı içkilerle donatılmış bir haldeydi. Masanın etrafında orta yaşlarda üç erkek, üç bayan oturmuşlar. Adamlardan birisinin içtiği puronun çikolata gibi kokan kokusu ulaşıyordu burnuma.

Ali Osman Bey... A, Aaaa...

Şaşırdım kaldım...

Bizim Kambur Ali Osman bu yav...

Ayağa kalktı ve bana bir sarıldı ki, sormayın. Sanırsınız hacdan gelmişim.

 Yeğenim, sen buralara gelir miydin yaaa... Nasıl, güzel eğlendiniz mi bari? dedi.

Ardından Fevzi abiyle selamlaştılar. Kendisine masamızdaki hesabı ödediği için teşekkür ettik. Bu arada Ali Osman Bey bir şeyler anlatmaya başladı. Ben anlamıyordum. Oturduğu koltuğun altında duran çantadan gazete kağıdına sarılı büyükçe bir paket çıkartıp bana uzattı. İçinde para olduğu belliydi.

 Yarınki senedimin parası hazır, seni burada görünce şimdiden vereyim dedim. Biz arkadaşlarla İstanbul’a gitmeyi düşünüyoruz, seni Allah gönderdi, deyip paketi tutuşturdu elime.

Sonra arkadaşlarına dönüp:

 İşte size bahsettiğim, kendisine borçlu olduğum suntacı arkadaş bu, böylece bu yükten de kurtulmuş oldum birader, dedi.

Ben şaşkın bir yüzle aptal aptal Ali Osman abiye bakarken o da bir pot kırarım diye bir an önce gitmemi ister gibi suratı şekilden şekile giriyordu. Fevzi abi de çakmıştı durumu, dürttü beni.

 Hadi geç kalmayalım, derken ben de bana verdiği söz de ödeme için teşekkür ettim Ali Osman Bey'e.

İyi sabahlar deyip yanlarından ayrıldık.

Arabaya geldiğimizde Yusuf abiyi ön koltukta horul horul uyurken bulduk. Arkadaşlar arabayı çalıştırmış, kaloriferi açmışlar, içerisi iyice ısınmıştı. Fevzi abi daha fazla dayanamadı. Bana bakarak kaş göz oynatıp:

 Ne iş ne alacağı, ne borcu bu? diye sordu.

Olanları Yavuz ve Çakır’a da anlattık. Bana verdiği para neredeyse bir daire, ya da dükkân alacak kadar vardı.

Bizim ondan böyle bir alacağımız olmadığına göre, dedim.

 Çakır:

 Yarın kokusu çıkar, dedi.

Yol boyunca herkes bir fikir yürüttü durdu. Fevzi abi:

 Ulan oğlum, hesabı isteyince öldüm bittim, doğrusu böyle bir şey yaşayacağımız aklımın ucundan bile geçmezdi. Yusuf abiden de huylanıyorum, o kadar hesabı nasıl ödeyeceğiz, diye.

 Ne olacak ya senet imzalar ya da sopayı yerdik, dedi Yavuz.

Çakır, hemen atıldı:

 Sana söylemesi kolay, sen dayanıklısın tabi dayağa, dedi.

Gülüştük. Başkanın verdiği para hala duruyordu. Çorba içelim dedik. Fevzi Çakmak’tan aşağıya, garaja doğru indik, garajın karşısında Divan Lokantasının önünde durdurduk arabayı. Yusuf abi hala uyuyordu. Onu arabada bırakıp yirmi dört saat açık olan lokantaya girdik. Garajdan gelen yolcular yanında bizim gibi eğlence mekânından çıkmış olanlar da vardı lokantada. Lokantadan çıkarken sabah ezanları da okunmaya başlamıştı.

Kulübün önüne geldiğimizde Yusuf abi de uyandı. Çakır, kulüpten arabasını aldı. Giderken kahveciden anahtarı almıştık. "Görüşürüz" deyip birbirimizden ayrıldık ama bu saatte de eve gidilmezdi ki! Doğruca dükkânın yolunu tuttum.

Dükkânın köşesinde küçük bir yazıhanemiz vardı. Dışarıda hava soğuk, içerde ısınmak için talaş sobası kuruluydu.

Talaş sobasını yakmanın bir usulü vardır. Talaş kovasına talaş doldurmadan önce rulo şeklinde ortasına ve sobanın ağzına gelecek şekilde özel sopa koyulur, etrafına sıkıca talaş tepilir, preslenir. Kova dolunca rulo şeklindeki sopalar dikkatlice çıkarılır. Bu boşluğa gazete kâğıdı, çıra konulur ve yakılır.

Sobayı yaktım. Soba poh poh sesleri eşliğinde yanmaya başlamıştı.

İçim geçmiş, uyuya kalmışım. Uyandığımda artık esnaf dükkanlarını açmış, sanayide hayat başlamıştı bile bir gün sonra. Öğlene doğru Ali Osman abi geldi dükkâna. Dışarıda kar sepeliyor, babam da sobanın yanına oturmuş, öğlen ezanının okunmasını bekliyordu. Selam sabah derken, havadan sudan konuşmaya başladı.

 Ne içersin Ali Osman abi, dedim.

Arı Konan. Kahveci Yakup abiden ıhlamur söyledik.

Ben kafamı indirmiş, defterlerin arasına dalmış, Ali Osman abiyi dinler gibi yapıyor, arada bir gelen giden müşterilerle ilgileniyordum. Sanayi Camiinin müezzini güzel sesiyle rast makamında öğlen ezanını okumaya başlayınca babam doğruldu yerinden.

Ali Osman abi:

 Hacı abi, Allah kabul etsin, dedi.

 Siz ne zaman geleceksiniz? dedi Babam. Ali Osman abi:

 Daha genciz be hacı abi, başlarız elbet bir gün, diye cevap verdi.

Babam yazıhaneden çıkıp kapıyı arkasından çekip örterken:

 Yarına çıkmaya garantiniz mi var? Gençler de ölüyor, dedi. Daha babam yazıhaneden çıkar çıkmaz Ali Osman abi bana döndü. Ellerini ovuşturarak:

 Coo! Hadi ver paraları, işim acele. Kaç saattir hacının çıkmasını bekliyorum, dedi. Kasayı açıp gazete kağıdına sarılı duran paraları çıkartıp verdim.

 Eee... anlat bakalım Ali Osman abi, neyin nesidir bu para?

 Ne için yangından mal kaçırır gibi bu parayı verdin bana?

 O akşam yeni bir lokal açılışı vardı yeğen. Şehir dışından gelenler, şehrin ileri gelenleri, anlayacağın bayağı kalabalıktı mekân. Şansım yaver gitti. Açılış olduğu için oyunlar da hep büyüktü. Parayı kaldırdım anlayacağın. Ben parayı kaldırınca yanımdaki arkadaşlar hadi eğlenceye gidelim diye tutturdular. Kimseye güvenmediğim için parayı da yanıma almıştım. Kafayı bulmaya başlayınca arkadaşlar tutturdu İstanbul’a gidelim demeye. Gitsek parayı ya yiyeceğiz ya da düşüreceğiz. Kara kara düşünüyorum. Bir taraftan da şeytan dürtüyor. Arkadaşlara: "Yarın malzemeciye senedim var. İyi oldu, ilaç gibi geldi bu para, hiç param yoktu." diyorum ama yemiyorlar. Derken sizi kapıda gördüm. Gerçekten o akşam çok şanslıydım. Seni gösterdim. Biri seni tanıyordu "İşte, dedim. İşte borcum olan malzemeci arkadaş bu." Bu defa bana inanmak zorunda kaldılar tabii, sayende paraları kurtardık kardeşim. Sana borçlandık, söz bir akşam krallar gibi yaşatacağım seni, dedi.

 Ali Osman abi, zaten dün gece hesabı sen ödedin, sağ ol, dedim.

 Olsun olsuuun... O sayılmaz, dedi.

 İşte böyle, dedim Çiko’ya.

Çiko: “Keşke gitseydik” lakırdısıyla yine hayıflandı.

 Yok oğlum, böyle yerler bizi bozar. Hem Hacı duyarsa kemiklerimi kırar benim. Boş veeer, dedim.

Gülüştük. Çiko’yu evinin önüne getirip tam arabadan indirecekken döndü:

 Kambur Ali Osman parayı ne yaptı acaba? dedi.

 Bana vermedi, ne yaptığını bilemem. O alemde kimsenin parası kimseye geçmezmiş derler.

Ertesi akşam Şakir kahveye gelmedi.

Sonraki akşam, bir sonraki akşam da gelmedi.

Bu arada Cemil, kalan parayla da ikramda bulundu durdu. Birkaç gün içinde Şakir yaptığımız şakayı öğrenmişti. Kahveye gelmiyordu artık. Bir zaman sonra öğrendik ki bize çok kızmış. Yaza kadar ne İki Kapılı Kahvenin önünden geçti ne de bizimle konuştu. Mahallede başka kahveye çıkmaya başlamış, o kahvenin müdavimi olmuş. Fakat Cemil ne yaptı etti, altından girdi üstünden çıktı, sonunda gönlünü almayı başardı Şakir'in.

O yaz boyunca Şakir’e kahvede hiç hesap ödettirmedik. Oynadığı oyunlarda oyun onda kalsa bile diğer oyuncular ortak öder, ona hesap ödettirmezdik.

Yıllar geçmiş çoluk çocuğa karışmıştık. Şakir gözlerinden ameliyat olmuş, şişe dibi camları olan gözlüğünü çıkartıp atmıştı. Artık daha yakışıklıydı. Halâ Recep abiye tıraş oluyor, sevilen sayılan esnaflığını sürdürüyordu. Eskisi kadar sık olmasa da zaman zaman görüşür eski günleri yad ederdik onunla.

Bir gün duyduk ki Şakir çok hastaymış. Çok sürmedi hastalığı. Genç yaşında aramızdan ayrılıp gitti. Ne diyelim, Allah günahlarını affetsin, Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun. Seni hiç unutmayacağız...