“Bu ülkede CV değil, soyadı okunur önce.”

Türkiye’de bir işe girmek, bir terfi almak ya da sadece hak ettiğin değeri görmek için artık CV’ne yazman gereken ilk şey: Kimi tanıdığın.

Diplomalar, yabancı diller, projeler… Hepsi bir tanıdığın gölgesinde kalabiliyor.

Nepotizm yani akraba kayırmacılığı ve kronizm yani eş-dost torpili, yıllardır içimize sızmış bir virüs gibi. Gözle görünmez ama etkisi yıkıcı. Özellikle kamuda ya da büyük şirketlerde liyakatli, çalışkan bireyler değil, “birinin yakını” olanlar ön sıralara geçiyor.

Geriye ise yıllarca okuyan, emek veren ama “yetersiz” hissettirilen gençler kalıyor.

Bu gençler, kendilerini gerçekleştirmek için yurtdışına gitmeyi bir kaçış değil, bir hayatta kalma biçimi olarak görüyor.

Sistemin Sessiz Bağırışı: Yok Saymak

Bir ofiste, tüm yetkinliğine rağmen kıyıya itilmişken; bir başkasının sadece patronun kuzeni olduğu için yükselmesini izlemek…

İşte mobbing bazen açık bir bağırma değil, susarak yok sayma hâlidir.

Diploması çerçevede, umudu ise cebinde kırık binlerce genç var bu ülkede.

Dört yıl üniversite, iki yıl yüksek lisans, üç staj, İngilizce, Almanca, Japonca…

Ve sonunda: “Tanıdığın var mı?”

Bir kamu kurumunda sınavı birincilikle kazanan genç, soyadı tutmadığı için eleniyor.

Aynı sınavda üçüncü denemesinde dahi 50 alamayan ama dayısı güçlü olan, genel müdür yardımcısı oluyor.

Çünkü burada başarı, kimin çocuğu olduğunla ölçülür.

Her Yerde Aynı Hikâye

Bir hastanede hemşire yirmi dört saat nöbet tutarken, torpilli personel gece boyu TikTok çeker.

Bir okulda öğretmen yıllarca sözleşmeli sürünürken, “başkanın akrabası” olan biri ilk yılında kadroya alınır.

Bir gazetede genç muhabir haber kovalarken, köşe başı dayısı olan bir influencer, bir gecede köşe yazarı olur.

Yeteneğin yoksa üzülme, tanıdığın olsun yeter.

Bu Yüzden Gidiyorlar…

Her üç gençten biri gitmek istiyor.

Kalanlar ya sistemin içinde eziliyor, ya da zamanla çürüyen çarkların bir dişlisine dönüşüyor.

Ve mobbing…

Bazen sana bağırmak değildir.

Bazen senin fikrini “çok iyi ama şimdi yeri değil” deyip, üç dakika sonra aynı fikri başka birinden “vizyonerlik” diye övmektir.

İyiysen tehdit sayılırsın.

Çalışkansan susturulursun.

Parlayan herkesin üstüne gölge düşürülür bu sistemde.

Sonra bir sabah, bavullar hazırlanır:

Viyana’ya, Amerika’ya, İsveç’e, Katar’a…

Kimse doğduğu topraklardan gitmek istemez.

Ama bazen kendi ülkesinde nefes alamayan genç, başka topraklarda sadece “insan” gibi yaşamak ister.

Bu yüzden gençler gidiyor.

Kalanların da içi gidiyor.

Peki ya Çözüm?

Önce suskunluğu kırmalıyız.

“Aman bana dokunmasın” konforu, liyakatsizliğe sessiz ortaklıktır.

Her torpil, bir yeteneği gölgede bırakır.

Ve biz sustukça bu çürüme normalleşir.

Gerçek çözüm, üç adımda başlar:

1.Görünürlük ve İtiraz:

Torpil görünür kılındıkça azalır.

Sessiz kalınan her adaletsizlik, başka bir gencin umutlarını ezer.

Görülmeyenler birbirini görmeli, sesi kesilenler birlikte konuşmalıdır.

2.Kurumsal Dönüşüm:

Kurumlar artık bağlantılara değil, becerilere bakmalı.

Şeffaf alım süreçleri, bağımsız denetimler ve liyakat temelli terfi sistemi bir tercih değil, zorunluluktur.

3.Gençlerin Kalmaya Değer Bulduğu Bir Ülke Yaratmak:

Emek verdiği ölçüde karşılık gören, adil rekabetin olduğu bir sistem;

bir genci en çok kök salmaya ikna eder.

Gençler geleceğin garantisi değil, bugünün hakkıdır.

Bazıları diyecek ki, “Böyle gelmiş, böyle gider.”

Hayır. Böyle gelmiş olabilir ama böyle gitmek zorunda değil.

Tarihi değiştirenler, “böyle gitmesin” diyenlerdir.

Sistemin susturmaya çalıştığı her yetenekli ruha,

Çürümüş çarklara değil, kendi emeğine inanan herkese…

Bu satırlar sizin için yazıldı.

Çünkü biz, tanıdıklarımızla değil, tanındığımız mücadelemizle var olmak istiyoruz.

FrauAdymn