Çinli bilge der ki: “Eğri ağaç kendi ömrünü yaşar, düz ağaç tahtaya gider.”
Bu söz, basit bir gözlemin ardına gizlenmiş bir devrimdir aslında. Çünkü hayat, “düz” olmaya övgüler dizerken, yaşamanın hakikatini eğriliğe yazar.
Bize hep “doğru” olmayı öğrettiler. Doğru düşün, doğru davran, doğru görün… Kimin doğrusuydu peki bu? Düz ol diye büyütüldük; göze batmamak, ses çıkarmamak için. Ama unuttular şunu söylemeyi: Düz duranlar, bir gün kesilir. Eğrilerse kök salmaya devam eder.
Fazla düzgünlük, insanı steril bir hayata hapseder. Cam fanus gibi… Kırılmamak için yaşarsın, ama nefes alamazsın. Kendin olmaktan vazgeçtikçe, “kullanışlı” bir kalıba dönüşürsün. Ve bir gün aynaya baktığında fark edersin: Sana ait bir yaşam değil bu sadece bir “tasarım”.
Oysa hatırlarsın: Dünyayı değiştirenler hep “eğri” bulunanlardır. Rotayı bozanlar, çizgiden çıkanlar, ezberi bozanlar… Onlar, “uyumsuz” denilerek dışlanan ama kendi gökyüzünü çizenlerdir. Çünkü özgünlük, çoğu zaman “kusur” sanılır.
Peki “doğru” yaşadığını sanıp, içi kupkuru olanlara ne demeli? Başkalarının alkışıyla büyüyen hiçbir hayat, kendi kökünü bulamaz. Onların sessiz çığlıkları şunu fısıldar: “Uydum, ama yaşamadım.”
Eğri ağaç bazen yamulur, bazen gövdesi çatlar. Ama dimdik durur, çünkü kimseye benzememeyi göze almıştır. Kendini saklamaz, düzeltmez, törpülemez. Varlığıyla isyan eder.
Hayatın özü de budur: Her “düz”leştiğinde, bir parça eksilirsin. Her kıvrımında, bir hakikat saklıdır. Ve o kıvrımlar, seni hem canlı hem eşsiz kılar.
Bir gün biri senden “düz” olmanı istediğinde kendine sor:
“Ben kendi hayatımın ağacı mıyım, yoksa başkalarının çatısında duran bir tahta mı?”
Unutma…
Tahtalar kaybolur, ağaçlar gölge bırakır