En çıkmaz sokaklarda kaybolduğumuzda, düşünceler sabaha kadar zihnimizi kemirse bile içimizde sönmeyen bir umut vardır.
En dibe vurduğumuz anlarda, karanlığın içinden ansızın bir ışık belirir ve bizi yukarıya taşır. Hayatın en sert sınavları, aynı zamanda en aydınlık kapıların aralandığı anlara dönüşür.
Tıpkı Albert Camus’un dediği gibi:
“Kışın ortasında, içimde yenilmez bir yaz vardı.”
Çünkü insan, kırıldıkça daha da güçlenir. Zor zamanlar bizi tüketmek için değil, içimizdeki direnci hatırlatmak için vardır. Bir gün dönüp baktığımızda, bizi en çok acıtan anların aslında en çok büyüten anlar olduğunu görürüz.
Her kış, içimizdeki yaza biraz daha yaklaşmak için bir duraktır. Ve o yaz, hiçbir fırtınadan etkilenmeyen, bizi yeniden ayağa kaldıran bir güç olarak hep içimizde saklıdır.
Ama çoğu insan bunu fark etmez. Çünkü toplum bize sürekli kışın hiç bitmeyeceğini, karanlığın kaderimiz olduğunu fısıldar. Zayıflığımızı yüzümüze vururlar: “sen yapamazsın” derler, “sen bittin” derler. Oysa unuttukları şey şudur: İnsan en çok öldüğünü sandığı yerde doğar.
Küllerinden doğan anka kuşu gibi, en yakıldığımız anda en parlak alevimizle yükseliriz. Bu yüzden, hayatın bizi dibe çektiği anlar aslında bir intikamın değil, bir yeniden doğuşun provasıdır. Ve o doğuş, ne kimsenin iznine ne de toplumun beklentilerine ihtiyaç duyar.
Gerçek güç, en sert kışlarda bile içindeki yaza sırtını dönmeyenlerindir.
Çünkü yenilmezlik, dışarıdan gelmez; onu kendi ateşimizle, kendi küllerimizden yaratırız.
Hiçbir karanlık, içimizdeki yenilmez mevsimi susturamaz.