“İyilikle kötülüğün tam ortasında bir yer var. Belki de insan, sadece orada kendisi olabilir.”
Dünya böyle bir yer demek ki…
Gücünü göstermek isteyenlerle, merhametini korumaya çalışanlar hep iki ayrı uçta yaşar.
Kimisi sessizliğini merhametle sarar, kimisi yüksek sesle varlığını ilan eder.
Ve insan, çoğu zaman ya güçle sınanır ya da vicdanla…
Hiçbir insan kötü doğmaz.
Ama yaşam, merhameti bile bir lüks gibi sunar.
Zamanla saklamayı, bastırmayı, hatta unutturmayı öğretir.
Kimi zaman hayatta kalmak için, kimi zaman görünmemek için…
Ve bazen sadece görünmek için insan kötüleşebilir.
Unutmayalım:
Kötülük her zaman siyah bir gölgeyle gelmez.
Bazen gri bir savunma mekanizmasıdır.
İnsan ilişkileri de bu yüzden karmaşıktır.
Kimse tam iyi değildir, kimse tam kötü…
Hep biraz eksik, biraz fazla.
Hatalı, tepkisel, kimi zaman da sadece yorgun.
Çocuklar bile “iyi”yle “kötü”yü ancak toplumla tanıştıktan sonra öğrenir.
Ve sonra başlar o sessiz iç savaş:
Kim olmalıyım? Kime göre? Ne pahasına?
İşte tam bu noktada Carl Gustav Jung’un sesi kulaklarımda yankılanır:
“İnsan ya kendisi olur ya da herkes gibi.”
Kimi insanlar keskin seçimler yapar: Siyah ya da beyaz. Güç ya da acıma.
Ama bazıları —benim gibi— Araf’ta kalır.
Ne tamamen iyi olmayı seçebilir,
ne de kötülüğe gözlerini kapatabilir.
Çünkü bazen en dürüst yer, iki uç arasında beklemektir.
Ne karanlığın bir parçası, ne de kör bir aydınlık…
Sadece insan kalabilmek.
Ve belki de bu yüzden içimizde hep bir Sezen Aksu sesi yankılanır:
“Sizlere inandık,
Alınız al,
Morunuz mor…
Kimi insan hayalleriyle doğar,
Ben sizlerle yandım,
Sizlerle kül oldum.”
Kim bilir…
Belki de Araf, hepimizin içindedir.
Ve insan, orada kalmayı seçtiği sürece en gerçek haliyle vardır.