Bazen bir canlının bedenine değil, neyin üzerine basmamaya çalıştığına bakın. Orada insanlık kalmış olabilir.

Filler…

Benim için her zaman hayranlık uyandıran, tek ve eşsiz bir tür oldular. Onlara dair duyduğum her bilgi, büyüklüğün sadece fiziksel olmadığını, bazen bir canlının kalbinde gizli bir evren olduğunu gösterdi bana.

Devasa bedenleriyle değil, sonsuz kalpleriyle yürürler dünyada.

Ne zaman bir filin hikâyesini duysam, içimde bir şey silkelenir.

Çünkü büyüklük, kaslarda değilmiş. Kalpteymiş.

Bir fili Afrika’dan Amerika’ya uçakla taşımak gerektiğinde kafesine minicik civcivler yerleştirilirmiş.

Neden mi?

Çünkü o devasa hayvan, bu ufacık canlara zarar vermemek için uçuş boyunca kıpırdamazmış.

Fil, kimseye zarar vermemek için kendi rahatından vazgeçer.

5 tonluk bir beden, birkaç gramlık vicdanın karşısında kendini tutar.

Ne büyük bir içsel zarafet…

Bu bile yeter.

Bir canlının neye dikkat ettiğine bakın.

Orada kim olduğunu anlarsınız.

Bizlerse?

Yeni ayakkabılarla kaldırımda yürürken, bir karıncayı ezip geçeriz.

Sonra story’e şöyle yazarız:

“Hayat kısa, tadını çıkar.”

Vicdanı olan kim?

Leonardo da Vinci onun için şöyle demişti:

“Fil, doğruluğu, aklı ve ölçülülüğü simgeler.”

Bir nehre indiğinde bile saygıyla davranırmış suya.

Sanki tüm kirlerden, sadece bedenini değil, ruhunu da arındırmak istermiş gibi…

Bilim insanları bu zarafeti anlamlandıramayınca fillerin beynine kadar gitti.

Ve buldukları şey şaşırtıcıydı:

Fuziform nöronlar.

Empati, sosyal algı ve öz farkındalıkla bağlantılı özel sinir hücreleri.

İnsanlarda da var, ama sadece “insan gibi” davrananlarda…

Ve sonra şu detaylar…

Bir yolcu kaybolmuşsa, fil onu nazikçe yönlendirir.

Sürüsünden ayrılmaz. Her zaman bir grubun içindedir; hep bir lideri takip eder.

Utangaçtır. Çiftleşmesini gece yapar, sürüden uzak bir yerde. Ardından temizlenir, sanki ruhuyla birlikte arınır gibi, tekrar sürüsüne katılır.

Yolda bir sığır sürüsüne rastladığında bile hortumuyla onları incitmeden kenara çeker…

Kendini değil, karşısındakini önemseyerek.

Ama beni en çok etkileyen hikâye şu:

Fil, ölümünün yaklaştığını hissederse, sürüsünden ayrılır.

Sessiz bir yere gider.

Uzak ve tenha bir noktada ölür.

Kimseye yük olmadan, kimseden yardım beklemeden, sessizce…

Ne kadar asil, ne kadar onurlu bir vedadır bu.

Biraz düşün…

Bugün kim böyle ölüyor?

Bugün kim böyle yaşıyor?

Biz, medeni oldukça yabanileştik.

Onlarsa, vahşi sanıldıkça asilleştiler.

Çünkü fil;

Beden değil, bilgeliktir.

Gürültü değil, farkındalıktır.

Görüntü değil, derinliktir.

Bizi düşündüren şeyler artık ‘duygusal zeka testleri’ değil.

Bir fili tanısak, belki insanlığı yeniden öğrenirdik.

Frauadymn