Kardeşim, dünyada Foça’dan daha güzel bir yer olabilir mi? dedi. Sustu.

Doğru söylüyorsun Nihat abi. Foça hem çok güzel hem de ferah.

Biz, Nihat abiyle yol boyunca Foça’yı konuşurken sahili bir kanaviçe gibi işlenmiş bir halde Foça aniden karşımıza çıkıvermişti. Arabayı yolun kıyısına bırakmış, şimdi, tepenin üzerinden Foça’yı seyrediyorduk.

Kale Burnu ile Fener Burnu’nun çaprazındaki İngiliz Burnu sanki kollarını birbirine uzatarak eşi benzeri görülmemiş doğal bir liman oluşturmuştu. İngiliz Burnu’nun hemen ucunda ve onun yanında bulunan iki ada ise adeta gerdanlığın ucundaki iki mücevher gibi duruyorlardı. İleride İncir Adası, arkasından Oğlak Adası, İngiliz Burnu’nun hemen arkasında yer alan Orak Adası, daha ileride ise Metelik ve Atatürk Adalarının gözlerinin önüne serilen görüntüsü harika bir manzara oluşturuyordu. Yarımadanın sağ tarafına küçük deniz, sol tarafına da büyük deniz deniliyordu. Foça’nın etrafındaki ovalar bağlık, bahçelik ve zeytinlikti. Eski Foçalılar "zeytin nerde bitmez?" sorusuna "ekmediğin yerde" derlermiş. Şehrin kıyısında yeni inşa edilen evler ise kat kattı ve biçimsiz bir şekilde duruyordu, oysa şehrin içi en az yüz yıllık, iki yüz yıllık evlerden oluşuyordu. Dar sokakların kenarlarına sıralanmış bazen tek katlı, bazen iki katlı olarak inşa edilmiş binalar hep taştan yapılmıştı. Evlerin bazıları birbirine bitişik, bazıları avluluydu. Küçük deniz, büyük deniz kıyılarında mermer kaplamalı, bahçeli eski Rum evleri hâlâ eski ihtişamlarını koruyordu. Bütün bu evlerin şehri bütünleyip tamamlayan bir ahengi vardı ve o kadar güzellerdi ki...

Küçük deniz kıyısında sıralanan balıkçı lokantaları ışıl ışıldı. Bunlar geçmişte tuz depolarıymış, Bir zamanlar Düyunu Umumiyye’nin işlettiği tuz depolarıdır bunlar… Menemen, Aliağa yöresinden doğal tuz havzalarından buraya develerle getirilir, buralarda depolanır, sonra da gemilerle Avrupa’ya sevk edilirmiş. Düyunu Umumiyye de buradan gelen geliri alır, Osmanlının borcundan düşermiş.

Osmanlı devletince 185458 yıllarındaki Kırım Savaşı, 1869’da Girit ayaklanması sırasında yapılan askeri masraflar bir yana, Lale Devri’nde yapılan hesapsız harcamalar sonucunda iflas etmiştir hazine. İkinci Abdülhamit görüşmeler sonucu alacaklı konumundaki yabancılarla anlaşmış, Düyunu Umumiye diye bir şirket kurulmuştu. Bugünkü uygulamayla iflas eden ya da el konulan şirketlere kayyum atanması gibi bir şeydi bu. Devlet adına işletilen şirketlerin gelirlerinin tamamı ya da bir kısmı Düyunu Umumiyye’ce borçtan düşülecekti. İşte bu kaynakların başında da tuz ve tütün geliyordu.

Hava sıcak olmasına rağmen denizden karaya doğru esen ılık rüzgâr iyot kokusunu burnumuza kadar ulaştırıyordu. Nihat abi bir sigara yaktı, sigaranın dumanıyla birlikte tütün kokusu da iyot kokulu rüzgâra karıştı. Bir müddet konuşmadan öylece sessizce durduk. Sigarası bittiğinde "hadi gidelim" dedi. Arabaya bindik ve yılan gibi kıvrılan yollardan Foça’ya doğru sürdük arabayı.

Foça’ya ilk gediğimden bu yana yirmi beş sene geçmiş, nerdeyse otuz seneye yaklaşmıştı. Sabah erkenden kalkıp yola çıkar, kahvaltımızı Susurluk’ta Yörsan Tesislerinde yapardık. Kahvaltıda kaşarlı, sucuklu tost yanında bol köpüklü ayran, arkasından da çaylarımızı içer, tekrar yola devam ederdik. Balıkesir’in içinden çimento fabrikasının yanından Savaştepe yoluna çıkar. Soma’yı teğet geçip hemen yanından Bergama yoluna sapardık. Artık buradan itibaren iklim değişmeye başlardı. Hele yaz aylarıysa arabanın camlarını aralardık ki içeriye bağ bahçelerden gelen nefis kokular dolsun. Cenkyeri ve Çine’den sonra Kınık kasabasının içinden geçerken göynekli, cepkenli, yelekli başları poşulu amcaları, altta çizgili kumaştan, ipekli dokumadan şalvarlı, başında tepelikleri oyalı, yazmalı teyzeleri görünce Ege’de olduğumuzu iyice anlardık artık.

Eskiden yol Bergama’nın içinden geçerdi. Üzeri asmalarla kaplı çarşısı yanında koca koca asırlık çınarların altında çay bahçeleri, karşıdan da Pergamon antik şehri görünürdü. Dünyanın yedi harikasından biri denilen bu antik şehir Bergama’nın simgesiydi. Bergama’dan sonra İzmir Çanakkale yoluna çıkılır, Sakranlara varınca Ege Deniziyle selamlaşırdık. Aliağa’dan sonra ister Yeni Foça yolundan gidersiniz, isterseniz beş kilometre ileriden sağa doğru, Eski Foça yoluna saparsınız. Bizim işimiz Ilıpınar’da olduğu için giderken Eski Foça yolunu, işimiz bittiğinde ise dönüş yolu olarak Yeni Foça yolunu tercih ederdik.

Ilıpınar, Aysun ablanın köyüydü. Aysun abla Nihat abinin eşidir. Nihat abi ise Foça sunta fabrikasının ticaret satış müdürüdür. Aysun abla da fabrikanın muhasebe müdürüdür. Fabrika Ilıpınar’a üç kilometre kadar bir mesafededir. Fabrikaya ulaşana kadar yol boyunca sağlı sollu sıralı tavuk çiftlikleri yaz aylarında daha da kesifleşen ağır bir kokuyu yayar etrafa. Tabii, mecburen arabanın camlarını sıkı sıkıya kapattırırdı bu koku bize. Klimayı bile açmazdık o bölgeyi geçene kadar.

Sunta fabrikası ilk olarak, yörenin ağaç işleriyle uğraşan imalatçı ve tüccarlarının bir araya gelmesiyle, 1981 yılında “Yongasan” adı altında anonim şirket olarak kurulmuştu. Çok ortaklı olarak kurulmuş olan şirket, bir süre faaliyetlerini sürdürdükten sonra iflas edince fabrikanın mülkiyeti özel bir bankanın eline geçmiş, günün şartlarında bankayla ilişkileri iyi olan birkaç arkadaş bir araya gelip fabrikayı bankadan devralmışlar ve Foça Sunta adı ile tekrar faaliyete geçirmişler. Biz, İnegöl’de doksanlı yıllardan itibaren, 2010 yılında fabrika tekrar kapanana kadar yirmi yıla yakın bir süre Foça Sunta’nın bölge bayiliğini yaptık.

Bayilik sürecimizde Foça’ya, bu fabrikaya defalarca geldik gittik. İlk zamanlar korka korka giderdim Foça’ya. "Acaba istediğim şartlarda mal alıp bayiliğimizi problem yaşamadan sürdürebilecek miyim? Daha önce bir iflas hadisesi yaşanmış olan bu fabrikada param kalır mı? Malımı zamanında ve eksiksiz olarak alabilir miyim?" gibi sorular kafamın içinde cirit atıp dururken yol boyunca hep bu endişe doğurucu ihtimalleri düşünürdüm. Sonra bir gün Nihat abiyle tanıştık. Zaman içinde dostluğumuz ilerledikçe kafamdaki sorular yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Sonra Metin abiyle de tanıştık. Metin abi bu sektörün duayenlerindendi. Birçok sunta fabrikasında imalat müdürü olarak çalışmış, iki sene de İnegöl’de bulunmuş, İnegöl’ü iyi biliyordu yani. Foça’ya gideceğim zaman, mevsimine göre İnegöl’ün neyi meşhursa alıp götürürdüm. Bir dönem fabrikada üretim sıkıntısı yaşanınca patron eski arkadaşı olan Metin abiyi çağırmış, o da gelmişti. Aslında pek anlaşamıyorlardı. Geçmişte birkaç defa gelmiş gitmiş, Metin abi Karadenizlidir, düz adamdır, alaveredalavereyi hiç sevmez. Patron bir sürü vaatlerde bulunmuş, getirip üretimin başına geçirmiş onu. Fakat vermiş olduğu sözleri yerine getirmiyordu. Metin abinin ailesi İstanbul’da yaşıyor. Kendisi yıllarca gurbette çalışmış, aynı zamanda hemşire bir arkadaşı da var, o da İzmir’e tayin olmuş, bir bakıma onun hatırına katlanıyordu patronuna.

Foça’ya bir gidişimizde fabrikada işlerimiz erken bitmişti. Niyetim İzmir üzerinden geri dönmekti. Metin abi:

Benim araba tamirde, beni de İzmir’e bırakırsın artık, dedi.

Bindik arabaya. Sohbet ede ede yol alıyoruz. Bir ara Metin abi sesini yükseltti:

Bak evlat, sen bu adama fazla güvenme, dedi. Çok sunta alıyorsun, yüksek meblağda ödemeler yapıyorsun. Bu adam değil seni, Nihat abini bile yarı yolda bırakır. Dikkatli ol. Bak, kaç defadır sana araba vereceğim diye söylüyor bana. Araba vermek bir yana kendi arabamın tamir masraflarını bile ödemeyip bana yüklüyor adam.

 Eeee Metin abi, söyle bana ben ne yapayım, nasıl bir yol çizeyim?

Bak arkadaş, bu söyleyeceklerim aramızda kalsın. Foça’ya bağlantı yapmaya geleceğin zaman erken gel. Tavuk çiftliklerinin olduğu taraftaki tepeden, fabrika arazisine doğru uzanan yoldan tepeye çık. Fabrikanın arkası odun depomuzdur, o noktadan orası iyi gözükür. Malum, bizim hammaddemiz odundur, odun varsa sunta da vardır odun yoksa sunta da yok demektir. Geldiğin zaman önce bir bak bakalım odun var mı? Depomuz dolu ise hiç korkma, bağlantını yap. Yalnız buraya gelmeden önce odun fiyatlarını da iyi araştır. Biz 110 kg odundan bir sunta imal ediyoruz, odunun kg fiyatı ile 110 kg çarpınca çıkan rakama, yarısı kadar tutkalı, elektriği, işçiliği ve diğer masrafları eklersen suntanın maliyeti ortaya çıkmış olur. Fabrika için makul bir kâr payını da ekledin mi üzerine senin pazarlık yapacağın fiyat az çok çıkmış olur. Pazarlığını ona göre yaparsın. Bu arada Nihat abinle de iyi geçinmeyi unutma sakın. Bu fabrikada adam gibi adam ararsan ilk başta o gelir. Bunları sakın aklından çıkartma. Unutma, depoda odun yoksa teklif edilen fiyat cazip bile olsa ya hiç alma ya da az al. Eğer odun deposu dolu olup yüksek fiyat çekiyorlarsa fiyatı sen ver. Eninde sonunda vereceklerdir sana, çünkü sen fabrikanın kaybetmeyi göze alamayacağı en iyi müşterilerinden birisin. Senin gibi bağlantı yapıp önden çeklerini veren yok. Fabrika senden aldığı çekleri bankalarda kırdırıp nakit ihtiyaçlarını karşılıyor.

Yolumuz pek uzun sayılmazdı fakat buna rağmen benim için fayda yüklü bir konuşmaya zemin olmuştu bu yolculuk. Yol boyunca bir sürü öğüt ve tavsiyelerde bulundu Metin abi. Biz Metin abiyle böyle konuşup giderken, daha doğrusu ben onun tavsiyelerini dinlerken İzmir’e de ulaşmıştık. Karşıyaka’ya geldiğimizde:

Ben burada ineceğim, dedi Metin abi. Arabayı yolun sağında müsait bulduğum bir yere yanaştırdım. Metin abi arabadan inmeden önce:

Evlat, söylediklerimi sakın unutma, bunlar senin ticari hayatında hızlı bir şekilde ve daha az riskle büyümeni ve başarılı olmanı sağlayacaktır dedi. Bütün bu konuştuklarımız da aramızda kalsın diyerek sözünü tamamladı.

Yaz aylarında genelde ailecek giderdik Foça’ya. Cuma günü gider, pazar günü de dönerdik. Cuma sabahı erken saatte yola çıkardık. Öğlene kadar fabrikada işimizi bitirir, akşam saatlerine kadar sohbet eder, eğer patron fabrikadaysa birkaç saat onun konuşmalarını dinlerdik. Her konuda bilgi sahibi olduğu için bizi esir ederdi adam. Hafta sonu bizi misafir ederler, ağırlarlardı. Genelde Hanedan Otel’den ayırtırlardı yerimizi. Otele yerleşir, hafta sonunu da Nihat abilerle birlikte geçirirdik. Nihat abi, akşam yemeği için genelde küçük denizde Celebin Yerinden yer ayırttırırdı. Yaz sıcağında Foça’nın denizinden esip gelen ılık rüzgârların getirdiği iyot kokusunu çekerdik içimize. Bir yandan Foça’nın meşhur mezeleri ve balıklarını yer, bir yandan da yemek boyunca sohbet ederdik. Ege’nin meşhur otları: deniz börülcesi, ebegümeci, enginar otlu kavurma, semizotu, atomu, Girit ezmesi, ahtapot salatası… Mevsiminde kabak çiçeği, karidesi, kalamarı soframızı zenginleştirirdi. Nihat abi balıktan iyi anlardı.

Foça’nın meşhuru topan kefalini hazırlattırırdı bizim için. Kefal balığı başka yörelerde fazla itibar görmez, pek yenilmez ama buradaki kefal bir başkadır. Bazen yoğurtlu kupa yaptırırdı. Kaya barbun balığından yapılan bu yemekte sarımsaklı yoğurdun balığın üzerine dökülmesi ile oluşan ve yoğurt ile balığın bir arada yenilmemesi tezini çürüten yöresel bir yemekti bu. Topan kefal olmadığı zamanlarda ise çupra yerdik. Nihat abi çupra balığı ile ilgili ilginç şeyler söylerdi. Bu balıkların cinsiyet değiştirdiklerini, iki yaşına kadar genelde erkek balıkların bu yaştan sonra dişiye dönüştüklerini söyler, güldürürdü bizi. Yemeğin ardından yine yörenin meşhurlarından olan meyveli muhallebi ve dondurma yerdik. Sahilde kıyı boyunca dizilmiş balıkçı tekneleri, hafiften dalgalanan mavi suyun üzerinde kıpırdanıp dururken biri hafif ten dalıp diğeri çıkar gibi sırayla inip kalkarak bir ritim oluşturur, bu manzara seyredenlerin gönüllerine ayrı bir ferahlık verirdi. Lokantalardan yükselerek sokağa taşan kahkahalar yanında sokakta yürüyen kalabalığın yüzlerine yansıyan mutluluğu gördükçe insan burada aldığı her nefeste huzuru biraz daha fazla hissediyordu.

Hanedan Otel, Foça’nın en güzel plajına sahipti. Geceleri mehtabın ışığında yakamozlar dans ederken gündüz ise güneşin ışıkları altında parıl parıl parlardı. Bir zamanlar Foça, Akdeniz foklarının çokça görüldüğü ve yaşadığı bir yermiş. İsmi de oradan geliyor. Şimdilerde siren kayalıklarında bazen bir iki tanesine rastlanıyormuş o kadar. Foça’nın nüfusu yaz aylarında iki yüz bini geçer, kış aylarında ise otuz bin civarına kadar düşer. Yüz yıl önce bu bölgede on yedi bin kişi yaşıyormuş. Bunların dört bini Türk, geri kalanı ise Rum, Ermeni ve diğer milletlerdenmiş. Gerenköy, Yeniköy, Kozbeyli, Ilıpınar, Bağarası hep bu bölgedeki yerleşim alanlarıydı. Bunların içinde ise Kozbeyli’nin yeri bir başkaydı. Şimdilerde kahvaltı mekânları ile meşhurdu Kozbeyli. Deniz kıyısında değildi ama Çandarlı ve Nemrut Körfezleri adeta ayağının altına serilmişti. Aslında dağ köyü de değildi. Sanki bir tepenin sırtına yaslanmış da oturmuş bir efe gibiydi Kozbeyli. Buradan Aliağa’ya kadar uzanan kara parçasını, Çandarlı Körfezi’ni, geceleri Midilli’nin ışıklarını rahatlıkla görebilirdiniz. Kozbeyli, geçmişte korsanlardan korunmak için kıyıya kadar uzanıp denizle kucaklaşan ovaya değil de dağın meyilli arazisi üzerine kurulmuş. Aşağısını gözetlemek ve korsan saldırılarına karşı daha güvende olmak için yerleşim alanı genelde kule evlerden oluşturulmuştu. Bu kule evler civardaki taş ocaklarından çıkartılan enbiye ve kayrak taşlarından yapılmış kule şeklinde yükseltilip inşa edilmiş binalardır. Eskiden iki mahallesi varmış Kozbeyli’nin, mahallenin birinde Türkler diğerinde ise Rumlar otururmuş. Rumların oturduğu mahallede birkaç meyhane varmış, en ünlüsü de Çapkınoğlu Meyhanesiymiş. Köydeki bağların ünü her yere yayılmıştır. Hem sofralık hem de şaraplık Foça karası üzümleri zeytin üretimiyle birlikte köyün önemli gelir kaynağıymış. Kozbeyli’de üretilen ünlü Foça karası şarabı meyhanelerde sunulurmuş. Mübadeleden sonra Kozbeyli’ye de diğer köylere de Balkanlardan göçmenler gelmişti.

Kozbeyli’de bir de meşhur dibek kahvesi bulunur. Şakir’in Dibek Kahvesi, yüz yıllık dibek taşında kahveyi döver. Dibek kahvesi aslında bir kahve pişirme yöntemi değil, kahve öğütme şeklidir. Kavrulan kahve, içi çukur havana benzeyen taş içinde dövülür. Bu taş dibekler yörenin taşocaklarından çıkan sert taşlardan mamûldür. Bu kahvenin koyu kıvamlı yağını kaybetmemiş aroması ve lezzeti bir başka olur. Kısık ateş te pişen kahve sunum olarak da çok özenlidir. Yanında lokumu, zeytin kolonyası, suyu bazen de soğuk karpuz dilimlerini eksik etmezler.

Bir defasında Kozbeyli’de kahvelerimizi yudumlarken "Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır sözü nereden gelir bilir misin?" dedi, Nihat abi. "Çok küçük bir iyilik de olsa unutmamak lazım. İyilik her zaman hatırlanmalı" dedim. "Evet, öyledir ama ben sana bu sözün hikâyesini anlatayım" dedi ve başladı anlatmaya. "Çok eskiden, günlerden bir gün Foça Limanı’nda bir kahveye bir yeniçeri gelir. Yeniçeri gelir gelmez havasını atmaya başlar. Varlığını mekândakilere hissettirir. İçeride bir de Rum kaptan oturmaktadır. Yeniçeri kahveciye dönerek herkese benden kahve diye bağırır. Sonra tek başına oturmakta olan Rum kaptanı göstererek yalnız ona verme der. Kahveci yeniçerinin bu sözünü duymazdan gelerek herkese yeniçerinin kahvesini ikram eder ve iki kahve daha yapıp götürür Rum kaptanın masasına koyar ve karşısına geçer oturur. Bu duruma bozulan yeniçeri, ona vermeyeceksin demedim mi der. Bu senin değil benim ikramım diye cevap verir kahveci ve Rum kaptanla başladığı muhabbete devam eder. Bu olayın üzerinden tam kırk yıl geçer. Midilli adasında büyük bir isyan patlak verir. İsyanın ardından Rumlar ele geçirdikleri insanları esir pazarında satmaktadırlar. Foçalı kahveci de Rumların eline esir düşmüş ve esir pazarına getirilmiştir. Kahveci yaşlı bir Rum tarafından satın alınır. Kahveci akıbetinin ne olacağını düşünüp kendisini alan yaşlı Rum’a bakarken adamın gözlerin deki dostça bakışı fark eder. Buna hayret edip şaşırır fakat bir anlam da veremez. Yaşlı Rum, kahveciyi serbest bırakır ve kahveciye kırk yıl önce ikram ettiği ve birlikte içtikleri kahveyi hatırlatır. "Ben o gün içtiğim kahveyi de seni de unutmadım" der.

Nihat abi bu hikâyeyi anlattıktan sonra arkasından bir de Muazzez Ersoy’un seslendirdiği o güzel şarkıyı mırıldanmaya başladı.

Bir fincan kahve olsam kırk yıl hatırım vardı

Ömrümü sana verdim dönüp baksan ne vardı

2003 yılıydı. Eşimin yeğeni yeni evlenmiş, askere gidecekti. Askerliğinin acemilik devresini yapacağı yer olarak da Foça Jandarma Komando Okul ve Eğitim Merkezi çıkmıştı. Jandarma ve komando askerlik söz konusu olunca ailesi endişelenmiş. Ülkede terör olayları artmış, özellikle doğu ve güneydoğuda şehitler veriliyor, askerler bu bölgelerde gece gündüz dağlarda geziyor. Bizim sık sık Foça’ya gittiğimizi bilen akrabaları yardım istediler. Biz de iki üç ay sonra Foça’ya gittiğimizde konuyu yetkili arkadaşlara açtık. Tanıdıkları olduğunu ilgileneceklerini söylediler. Biz de Yeni Foça yolunda bulunan eğitim merkezine asker ziyaretine gittik. Burası Foça’dan farklı bir coğrafi yapıya sahipti. Arazi koşullarının zorlu olduğu belli, sanki güneydoğudaki engebelik arazi gibi bir yerdi. Üç beş kilometre ötede turistler için cennetten bir köşe, bu bölge ise asker için adeta cehennem. Tabii, askerlerin eğitimi için boşuna seçilmemiş bir bölgedir burası.

Eğitim Merkezine ulaştığımızda ziyaret yerinde yeğeni beklemeye başladık. Bizim gibi asker bekleyen başka aileler de vardı. Kiminin askeri gelmiş, kimi de bizim gibi henüz gelmesini bekliyorlar. Az sonra bir asker geldi. Önce sağa sola baktı, bir ileri gitti sonra yine geldi. Gelip önümüzde durdu. Biz tanıyamamıştık da o bizi tanımıştı. "hala, hala" diyerek eşime sarıldı. Çok değişmişti. Çocuk yüzlü genç delikanlılığı gitmiş, asker elbisesinin içinde kocaman bir adam olmuş, çıkıvermişti.

Oturduk, hâl hatır sormakla başladık söze. Biz, onun askerliğin zorluklarından, sıkıntılarından bahsedeceğini düşünüyor ve bekliyorduk. Oysa o, şu kısacık zamanda hayata dair çok şey öğrendiğinden, zorlu eğitimlerden geçtiklerinden, gerçek mermilerle atışlar yaptıklarından, kertenkele gibi beş yüz metre süründüklerinden, günlerce aç kalıp kilometrelerce intikal yaptıklarından, buz gibi sulardan geçtiklerinden, yaşadıkları zor koşullardan hiç bahsetmiyordu bile. "İyiyim iyi, her şey çok güzel" diyordu. Biz konuyu açtık. Tanıdıklarımız vasıtasıyla dağıtımının batıya çıkmasını ya da Foça’da kalmasını sağlayabileceğimizi söylemeye başlamıştık ki gözlerinden yaşlar inmeye başladı.

Enişte beni öldür daha iyi. Sakın bana torpil yaptırmaya kalkmayın. Ben sonra arkadaşlarımın, komutanlarımın yüzüne nasıl bakarım" diye yalvarmaya başladı.

Şaşırmıştık. Oysa biz yeni evli olan yeğenimizi, ailesini düşünmüştük. Annesinin, babasının, eşinin korkularını, endişelerini anlattık. Böyle bir talep olunca biz de bir şeyler yapabilir miyiz demiştik ama lafının üstüne laf söyletmiyordu. Tok bir sesle:

Bak enişte, komutanımız ‘Sizler sonradan komando olmayacaksınız, sizler komando olarak doğmuşsunuz’ diyor.

Şimdi gözleri ışıl ışıl olmuştu. O zaman anladım bu topraklarda böyle yiğitler, kahramanlar oldukça bu bayrak inmez, bu ezan susmazdı. Vatanları için gözlerini kırpmadan canını verebilecek kahramanlardı onlar...

Sarıldık, vedalaştık. O gün dua etmiştim "Rabbim, bize de böyle evlatlar nasip et" diye. Duam kabul oldu, şükürler olsun. Büyük oğlum da yıllar sonra Isparta’da askerliğini komando olarak yaptı. O şerefli elbiseyi giydi. Yeğenimiz de Hakkâri’nin uçsuz bucaksız dağlarında vatan borcunu kazasız belasız yerine getirdi.

2005 yılının Kasım ayıydı.

Fabrikayla yeni bir sunta bağlantısı yapmak üzere Foça’ya gelmiştik. Kış olduğu için yola, yanıma şubemizin müdürü Rahmi’yi de alarak çıkmıştım. Bağlantı görüşmemizin ardından ertesi gün Nihat abi, fabrika müdürü ile birlikte iş seyahati için sabah erkenden Kayseri’ye çıkacaklardı. Kış olduğu için günler kısaydı ve akşam erken olmuştu. Gece kalmamız için Foça içinde, sahile yakın bir otelden yer ayırtmışlardı. Akşam yemeğinin ardından hayırlı yolculuklar diyerek birbirimizle vedalaştık. Ardından otele geçtik. Otel iki yüz yıllık eski bir Rum konağı olan tarihi bir binaydı. Aslına sadık kalınarak güzel bir şekilde restore edilmiş pırıl pırıl, şirin mi şirin bir otel. Kış mevsimi olduğu için otel hemen hemen boş sayılırdı. Foça’ya gelirken gün boyunca arabayı Rahmi kullanmıştı. Yorgun olduğunu, erken yatıp uyuyacağını söyleyerek odasına çekildi. Ben de vakit henüz erken deyip otelin lobisi olarak da kullanılan geniş salona geçtim.

Salonda, duvarda asılı duran çerçevelenmiş siyah beyaz fotoğraflar dikkatimi çekti. Resimlerdeki simalardan bir aile albümü olduğu anlaşılan fotoğraflara sıradan bakıyordum. Bir ara salonun köşesinde yer alan tekli koltuğa oturmuş, bir yandan dalgaların sesini dinleyerek denizi seyrederken bir yandan da elinde tuttuğu fincandan kahvesini yudumlayan yaşlı adama takıldı gözüm. Sanırım camdaki yansımadan fark etmiş olmalıydı beni. Belki de ben resimlere bakarken başını çevirip baktığı bir anda bu tenha kış gecesinde salonu ziyaret eden bu yabancı dikkatini çekmiş olmalıydı. Salonda ikimizden başka kimse de yoktu. Başını çevirdi, göz göze geldik, başını hafifçe öne eğip uzaktan selamladı, ben de aynı şekilde karşılık verdim adama. Adam elindeki fincanı önündeki sehpanın üzerine bırakıp yerinden doğruldu ve ağır adımlarla yanıma geldi. Son baktığım resmi işaret ederek.

Bu otelin eski sahipleri dedi. Sonra, Hoş geldiniz, ben Asım, dedi.

Hoş bulduk, deyip kısaca kendimi tanıttım. Niçin geldiğimi söyleyip Foça Suntadan söz ettim.

Adam otelin sahibiymiş. Konağın eski sahipleriyse Rum bir aileymiş.

Vaktiniz varsa oturalım, kahve ikram edeyim size, dedi ve ara vermeden, Kahvenizi nasıl alırsınız? diye sordu.

Orta, dedim.

Asım Bey, resepsiyona doğru dönüp seslendi:

Ülen İsmail, bize iki orta şekerli kahve yap, getir, dedi.

Asım amcanın –artık ondan yaşına ve samimiyetine binaen Asım amca diye söz edeceğim oturduğu koltuğun hemen yanına bir tekli koltuk daha çekip oturdum.

Genelde Foça’yı yazın sever insanlar, diye başladı söze Asım amca. Bense yazın gelmem. Yaz aylarında İstanbul’da otururum. Kasım ayından nisan ayı sonuna kadar buraya gelir kafamı dinlerim. Sırtını Top Dağı’na yaslamış, denizi kolları ile kucaklayan Foça; sanki zamanda asılı kalmış tılsımlı bir sahil kasabası gibidir benim için. İyonluların on iki antik şehrinden birisi. Deniz aşırı ticaretin beşiği, yazın masmavi gökyüzünde uçan martıları, meltem ile içimize dolan mis gibi iyot kokulu deniz havası, denize doğru uzanan dar sokakları, balıktan dönen kayıkların suda oynaşıp duran ışıkları, bakkalı, fırını, Nazım Usta’nın dondurması, kahvecisi, tarihi binaları süsleyen rengarenk gülleri, sardunyaları, yaseminleri ile bir başkadır benim gözümde bu şehir. Haaa! Bir de burada Karataş vardır. Foça’nın dillere destan Karataş efsanesi… Her kim bu taşa basarsa Foça’ya tekrar geri dönmekten kendini alamazmış. Hoş buraya dönmek için ille de Karataş’a basmaya gerek yok, taşın sihri Foça’nın denizi, doğası, kanaatkâr insanları, hülasa ruhudur. Oteli yeğenlerim işletiyorlar. Benim için Foça’nın en güzel zamanı bu aylardır demiştim ya, bu mevsimde burada Foça’nın yerlileri kalır sadece, çoğunun babasını, dedesini bilirim ben. Onlarla muhabbet etmek, vakit geçirmek bana iyi geliyor.

Oradan buradan, bir parça kendimizden, biraz siyasetten, biraz da futboldan konuştuk Asım amcayla.

Asım amca koyu Beşiktaşlıymış. Uzun yıllardan beri de kulübün kongre üyesiymiş. Mecburen biz de Beşiktaşlı olduk.

Dönüp işaret ederek duvarda asılı duran siyah beyaz fotoğrafları gösterdim Asım amcaya:

Bunlar hep eski Foça fotoğrafları mı? dedim.

Evet evlat. Bu fotoğraflar Foça’nın yüz sene önceki fotoğrafları. Ben onlar için mutlu günlerin fotoğrafları diyorum. O mutlu günler tarihin sayfaları arasında kaybolup gitti. Her şey kısa bir sürede değişti. Önce hayırsız haberlerle birlikte huzursuz bir hava çöktü şehrin üstüne. Sonra mübadeleler başladı, her şey altüst oldu. Yirmi otuz sene boyunca burada yaşayan insanlar çok acılar çektiler. Perişan oldular, son baktığımız resimde genç bir delikanlı var. Yanındaki resimde de yetmişli yaşlarında başı örtülü, güzelliği hâlâ yüzünden yansıyan yaşlı bir teyze. İlginç bir hikâyesi vardır bu iki fotoğraftaki iki insanın. İlginç olduğu kadar da yürek burkan bir hikâyedir bu. Eğer yorgunum deyip odana çekilmeyeceksen anlatayım sana, dedi.

Anlatın, dedim. Bu sohbet sabaha kadar sürse bile bu tatlı dilli, kibar beyefendinin sohbetini dinlemeye değerdi doğrusu.

Asım amca, hikâyeyi anlatmaya başladı:

“Bu konağın yüz yıl önceki sahipleri Dimas ve Lena isminde bir karı koca imiş. İsimlerinden anlamışsındır, Rum bir aile idiler. Yörede Arapoğlu lakabıyla anılan Dimos yüzlerce dönüm arazisi olan, aynı zamanda tuz işi ile de uğraşan zengin bir adamdır. Arazilerinin büyük bir bölümü de Bağarası’ndadır. Bağarası’nda bir de çiftliği vardır. Çiftliği ve arazilerini bu çiftlikte oturan kâhyası Hasan yönetir. Bu arazi civarın en verimli ovasıdır. Hep üzüm bağlarıyla doludur. Ovada bağbozumu yaklaştığında bir anda kahverengi kütükler ve koyu yeşil yapraklar arasında rengi sarı kehribara dönüşen çekirdeksiz sultaniler, çekirdekli razakiler ve kütür kütür siyah üzümlerle Bağarası artık ismine yaraşır bir görüntüye bürünüverir. Kâhya Hasan Ağa Arapoğlu’nun arazilerine gözü gibi bakar. Dimos’un da gözü arkada kalmaz. Ortakçılarla anlaşmaları o yapar. Bağda, bahçede çalışan işçileri o bulur ve çalıştırır. Arapoğlu da, Hasan Ağa için ‘Çalışkan, güvendiğim, bağı bahçeyi, neyim varsa her şeyi gözüm kapalı emanet edebileceğim bir kâhyadır’ der.

Dimos’un iki kızı vardır, Hasan’ın ise bir oğlu ile bir kızı.

Yaz ayları çiftlik evinde hep beraber büyümüşler. Dimos, okul çağı gelince Hasan’ın oğlu Yunus’u Foça’ya getirip yanına alır, kızları ile birlikte okula gönderir. Oğlu olmadığı için de Yunus’la bizzat kendisi ilgilenir, onun da ileride babası Hasan gibi işlerinin başına geçmesini ister.

Yunus on yedisine gelmiştir artık. Dimos tahsilini tamamlaması için onu ya İzmir’e ya da İstanbul’a gönderecektir. Yaz aylarında çiftlikte babasına yardım eder Yunus, okul zamanı ise Foça’da kalır. Boş vakitlerinde de Dimos’un diğer işlerini görür. Çarşıda, sokaklarda en çok konuşulan dil Rumca iken resmi dairelerde Türkçe konuşulmaktadır. Foça’da yaşayan Türkler Rumca, Rumlar da Türkçeyi iyi bilirler. Günlük hayatın akışı içinde hareketli olan çarşı pazar gün batımında boşalır, insanlar soluğu liman kıyısında sıralanan Rum meyhanelerinde alırlar. Akşam saatlerinde hareketlenmeye başlayan bu mekânlarda keyifli kahkahalar, sazlı sözlü muhabbetler gece boyunca sürer gider. Yunus’un Rum arkadaşları da vardır. Kendisinden birkaç yaş büyük olan arkadaşları bu mekânların müdavimlerindendir. Ara sıra Yunus’u da çağırırlar, onu da götürmek isterler meyhaneye fakat babasından ve Dimos’tan çekindiği için her seferinde bu davetleri geri çevirir. Nihayet bir gün kabul eder. Akşam için sözleşip anlaşırlar.

Meyhanenin önüne geldiklerinde daha içeriye girmeden ateş basmıştı Yunus’u. Heyecandan kalbi küt küt atıyordu. Meyhaneden içeri adım attıklarında salonun ışıkları gözlerini kamaştırdı. Meyhanenin her duvarına iricesinden ikişer, üçer adet gaz lambası asılıdır. Masalar da tamamen doluydu. Kıyıda bir yerde boş bir masa bulup oturdular. Yunus etrafa şaşkın şaşkın bakıyordu. Az sonra esmer güzeli bir kız gelir masanın başına. Siyah uzun saçları, al yanakları, kömür karası gözleri ile bir anda Yunus’un aklını başından alıverir kız. Gözlerini kızın gözlerinden bir türlü alamaz. Kız masadakileri gülerek selamlar: "Hoş geldiniz" der. Kız: "Benim adım Eleni, paşalarım ne içmek ister?" diye sorar. Masadakiler de kendilerini tanıtırlar. Yunus’un nutku tutulmuştur bir kere. Yunus konuşamamıştı. Arkadaşları bu da arkadaşımız Yunus derler. Dönüp Yunus’a bakar Eleni. Bakışlarını üzerinden ayırmayan bu genç dikkatini çekmiştir. Üstelik onu meyhanelerinde ilk defa görmektedir. "Güzel palikarya, yakışıklıymış da" dedi içinden. Kısa bir sessizliğin ardından bu defa "Ben size kendi imalatımız olan Foça karasından getireceğim" dedi. Sonra da: "Yanında meze olarak ne istersiniz?" diye de sormayı ihmal etmedi. Arkadaşları mezeleri söylediler. Yunus hala gözünü kızdan ayıramamıştı. Kız da Yunus’un bu bakışlarından etkilenmişti. Eleni elinde tepsiyle yanlarından ayrılırken arkadaşlarından birisi gülerek takıldı Yunus’a "Ne oldu oğlum tutuldun kaldın, hiç kız görmedin mi, içmeden kafayı mı buldun yoksa?"

Yunus kıpkırmızı olmuştu. Aslında kız görmez olur muydu, çoktu gördüğü ama bu bir başkaydı. Çaktırmadan gece boyunca Eleni’yi izledi durdu. Hoşuna gitmişti bu esmer güzeli Rum kız. Daha ilk görüşte vurulmuştu ona. Artık haftada üç dört akşam sırf Eleni’yi görmek için gider olmuştu o meyhaneye. Çok cana yakındı Eleni, üstelik her gelişinde hiç bekletmeden onun masasına koşuyor, Yunus’un bakışlarının karşılığını vermeye çalışıyordu. Onun da içi kaynamaya başlamıştı bu yakışıklı palikaryaya. Bir zaman sonra artık Yunus, her gece meyhane kapanıncaya kadar Eleni’yi bekler olmuştu. Her gece meyhane çıkışı onunla evlerine kadar yürür, kızı evine bırakırdı.

Eleni, annesi ve kardeşi ile birlikte yaşıyordu. Babası gemilerde çalışıyor, evine ancak üç dört ayda bir geliyor, geldiğinde de en fazla bir hafta kalıp sonra tekrar yeni bir sefere çıkıyordu. Evin ihtiyaçlarını karşılamak için çalışması lazımdı Eleni’nin.

Günler, haftalar, aylar hızla akıp geçmiş, artık Yunus’la Eleni’nin arasındaki ilişki sözcükleri aşmış, birbirleri için yanıp tutuşan iki aşığın kara sevdasına dönüşmüştü. Birbirlerini uzaktan görünce bile tatlı bir heyecan duyuyorlar, yürekleri pır pır atıyordu.

Yunus’la Eleni’nin aşkı bir süre sonra çevreye yayılmıştı. Herkesin bildiği ve konuştuğu bir olaydı artık bu. Fakat fazla uzun sürmeyecekti bu mutlulukları. Yıllardır huzur içinde yaşayan Foçalılar artık endişe içindeydiler gerek İstanbul’dan gerekse karşıdaki yarımadadan gelen haberler hiç de iyi değildi. Galiba harp çıkacak deniliyordu. Devlet Rumları burada istemiyordu. Rum ailelerin göç ettirileceği, göce zorlanacağına dair dedikodular her yere yayılıyordu. Çevredeki çetelerin baskınlar düzenleyecekleri, gayrimüslimleri öldüreceklerine dair söylentiler de kulaktan kulağa yayılıyordu. Artık bölgedeki Rumlar can havliyle evlerini barklarını terk ediyorlar, sahillerde bula bildikleri teknelere, sandallara atlayıp soluğu yakınlardaki Yunan adalarında alıyorlardı. Dimos ve ailesi de artık diken üstündeydi. Onca zenginliği, malı mülkü, arazilerini bırakıp gitmek çok zordu tabii. Neticede bu topraklar onun doğduğu topraklardı, Birgün Kâhya Hasan Ağa’yı çağırdı yanına. Hasan Ağa, Dimos’u ilk defa bu kadar tedirgin bir halde görüyordu, "Bütün bunlara sebep olanları Allah kahretsin" diyordu Dimos. Asırlar boyu birbirleriyle geçinip giden insanların nasıl kanına giriyorlardı. İşte şimdi harp sebebiyle karşı karşıya gelmişlerdi.

Kısa bir süre sonra Foça da bu olaylardan etkilendi. Herkes yanına alabileceği nesi varsa toparlamış, kaçmaya, çoluk çocuğunu alıp en yakın iskeleye ulaşmaya çalışıyordu. Tekneler, en yakın ada olan Midilli’ye durmadan insanları taşıyordu. Doğup büyüdükleri toprakları terk etmenin hüznüyle kadınlar ağlıyordu. Dimos ailesi için büyükçe bir kayık ayarlamıştı. Karısı, kızları götürebilecekleri eşyaları yüklemişlerdi kayığa. Göz yaşları içinde vedalaştı Dimos ve Hasan. Dimos, her şeyini Hasan Ağa’ya bırakmıştı. "Bir gün geri geleceğiz" diyordu Dimos. "Bu günler de elbet gelip geçecek” diyordu Hasan, “Gözün arkada kalmasın, merak etme, emanet ettiğin ne varsa hepsi ne gözüm gibi bakarım ağam" dedi.

Yunus ortalıkta görünmüyordu. Aslında şimdi onun tek derdi bu karışıklıkta Eleni’yi bulmaktı. Sahilde atlar, at arabaları, insanlar, yaşlılar, çocuklar alt alta üst üste iç içeydi. Kimsenin kimseyi duyduğu, duysa da anladığı yoktu. Bu karışıklıkta nasıl bulacaktı Eleni’yi. Sahilde kim, ne tür bir vasıta bulduysa bir an önce denizi aşmak, adalara ulaşmak için binmeye çalışıyordu. Yunus gün boyu küçük deniz ile büyük deniz arasında deli gibi koşturdu durdu. Sanki yer yarılmıştı da içine girmişlerdi. Tam ümidini kesmek üzereyken uğultu içinden Eleni’nin sesini duyar gibi oldu. Hemen sesin geldiği tarafa yöneldi. Annesi ve kardeşiyle birlikte bir duvarın kenarına çömelmiş, çaresizce bekliyorlardı. Eleni, deli gibi koşturan Yunus’u gördüğünde çöktüğü yerden doğrulmuş ve avazı çıktığı kadar bağırmıştı Yunus’a. Sımsıkı sarıldılar birbirlerine. Bu kadın halleri ile bu kalabalıkta kayıklara binmeleri mümkün değildi. Yunus eşyaları sırtladı. "Haydi, gidiyoruz" dedi. Şaşkın fakat artık umut dolu olarak peşinden yürüdüler Yunus’un. Az sonra konağın önüne gelmişlerdi. Arapoğlu ailesi ve babası kapının önünde vedalaşıyorlardı. Yunus, Dimos’un boynuna sarıldı, hıçkırarak "Ne olursun ağam, bunları da götür yanında." diyebildi. Sesi boğazından boğuk boğuk çıkmıştı. Dimos da, Hasan ağa da her şeyi biliyordu. Yunus’a yanındaki gelenlerin kim olduklarını sormadılar bile. "Emanetin emanetimdir oğlum!" dedi. Dimos. Sarılıp kucakladı, öptü Yunus’u. Sonra sahile inip hep birlikte bindiler kayığa. Hiç konuşmadılar. Gözleri, yürekleri zaten konuşulması gerekli şeyleri biliyordu. Kayık Midilli tarafından kaybolana kadar gözlerinden yaşlar gelerek sessizce bakıştılar.

Yunan adalarında da tam tersine bir durum yaşanıyordu o an. Bu yakada Rumların başına gelenler karşı yakada bu defa bütün acılarıyla birlikte Türklerin başına geliyor, orada da Türkler göçe zorlanıyordu. Rumların boşalttığı evlere Anadolu’ya göç eden Türkler, Türklerin boşalttığı evlere ve arazilere de Rumlar yerleştiriliyordu. Diğer yandan adanın yerli Rumlar ellerinden gelse yeni gelenleri göndereceklerdi. Sanki isteyerek gelmişlerdi. Elinde, avucunda parası, altını olanlar bir nebze rahattı fakat geri kalanlar burada da perişandı orada da. Dimos, Eleni ve ailesini yanına almış, onları sahiplenmişti.

Aradan yıllar geçti. 1919’un yaz aylarında Yunanlılar İzmir’e çıktılar. Bir baştan bir başa bütün Ege’yi işgal etmişlerdi. Foça’nın akıbeti de farklı değildi. Nüfus iyice azalmış, mübadelede Balkanlardan gelen göçmenler boşalan evlere yerleştirilmişti. Onlar da Rumlar gibi her şeylerini geride bırakmış, buraya canlarını zor atmışlardı. Gidenlerin de gelenlerin de gelip gittikleri yerlerde bıraktıkları en büyük kayıpları ise yaşanmış hayatlarından geride kalan ve zaman içinde hafızalardan silinip kaybolacak olan hatıralarıydı.

Foça’nın o eski canlı halinden eser kalmamıştı artık. Halk fakir ve çaresizdi. Şimdi de geri göçler başlamıştı. Aradan geçen bunca yıllar boyunca göç eden Rumlardan kimisi ölmüş, kimisi de adalardan başka Avrupa ülkelerine hatta Amerika’ya göç etmiş, kimisi de göç ettikleri yerleri yurt edinmişler, artık geri dönmeyi düşünmüyorlardı.

Dimos ölmüş, kızları evlenmiş, karısı da geri dönmek istemiyordu artık. Eleni, annesi ve kardeşi ile birlikte Lena’nın yanında kalmış, bir müddet sonra da kardeşi evlenmiş ve annesini de yanına alarak Yunanistan’a yerleşmişti. Eleni iyice yaşlanmış olan Lena’ya kendi annesiymiş gibi bakıyordu. Aradan yıllar geçmiş olsa da Yunus’unu bir türlü unutmamış, birçok kısmeti çıkmasına rağmen hepsini reddetmiş, evlenmemişti. İçinde yanan bir ateş her gün yeniden alevleniyor, Foça’ya geri dönmek, Yunus’una kavuşmak arzusuyla yanıp tutuşuyordu.

Diğer yandan Yunus da evlenmemişti. Askere gitmiş, önce Çanakkale cephesi, sonra Sina, Filistin, Suriye cephelerinde yıllarca savaşmış, sonunda yaz başında memleketine dönmüştü. Yunanlıların İzmir’e asker çıkartıp işgal edişinin ardından işgali Anadolu topraklarında genişletmeye başlaması üzerine Yunus, Yörük Ali Efe’nin kızanları arasına katılır. Babası Hasan Ağa’nın "İşimiz gücümüz var, gel işlerin başına geç oğlum. Ben yaşlandım artık" demesine rağmen evinden uzaklara gidiyor, Eleni’ye olan aşkını ancak bu şekilde söndürebileceğini düşünüyordu. Foça’da kaldığı zamanlar Eleni ile birlikte olduğu yerleri gördükçe aklı başından gidiyordu çünkü.

Yörük Ali Efe, Milli Mücadele’de Ege bölgesinde gösterdiği kahramanlıklardan dolayı efelerin efesi olarak tanınıyordu. Yaptığı baskınlarla düşmana büyük zaiyatlar verdiren Yörük Ali Efe düzenli ordunun kurulması üzerine emrindeki savaş deneyimi çok iyi olan büyük bir grubu Kuvayı Milliye’ye devretmişti. Yunus, Yörük Ali Efe çetesiyle Malgaç baskınına katılmış, yaralanmıştır. Üstelik yarası da ağırdır. Gönül yarasını da bastıran bu yara, onun ancak bir ay daha yaşamasına müsaade etmiş ve bir ay dolmadan şehit olmuştu. Malgaç baskını 1919 Haziran’ın da, Sultanhisar ile Alça arasındaki Malgaç Deresi’nin üzerinden geçen Osmanlının ilk demiryolu olan İzmirAydın demiryolu üzerindeki Demiryolu Köprüsünün yanındaki Yunan karakoluna yapılan baskındır. Malgaç Köprüsü’nün üzerinde köprüyü korumakla görevli yirmi kişilik üstün donanımlı ve makineli tüfekli Yunan müfrezesi topyekûn imha edilmiş, cephane ve erzakları ele geçirilmişti. Baskın sonrası, demiryolu köprüler ve rayları kullanılamaz hale getirilmiş ve böylece Yunanlılar uzun süre AydınNazilli hattına sevkiyat yapamamışlardı. Yörük Ali Efe ve yardımcısı Kıllıoğlu Hüseyin Efe artık yörenin ümit kaynağı olmuştu.

Vapur, içindeki yolcularla birlikte Foça’ya doğru ilerliyordu. Ufukta Kale Burnu, İngiliz Burnu ve adalar belli belirsiz gözüne görünüyordu. Vapur elli atmış kişilik küçük bir vapurdu. Gün aşırı adalardan mübadelede göçen Rumları geri getiriyordu. Yüzyıllardır aynı köyde aynı şehirde yan yana komşuluk yapmışlar, birbirlerinin bayramlarını kutlamışlar, cenazelerine katılmışlar ama bir günde evlerinden barklarından sürülüp çıkartılmışlardı. Onların boşalttığı evlere, tarlalara adalardan ve Balkanlardan göç edip gelen Müslüman Türkler yerleştirilmişti. Onların kaderleri de kendilerininkinden farklı sayılmazdı. Sonra işler tersine döndü. Yunan ordusu Ege’ye çıkmış, mübadelede göç eden Rumlar tekrar geri dönmeye başlamışlardı. Bu kez evlerine yerleşen, tarlalarını eken Türkleri Anadolu içlerine doğru göndererek göçe zorluyorlardı.

Gemi Foça’ya geldiğinde yolcuları Yunan idaresince atanan memurlar karşıladı. Herkese göçten önceki varlığı ile ilgili bir beyanname doldurtuluyordu. Yerleştirme işlemleri Rum cemaati ileri gelenlerinden oluşan bir heyet tarafından yürütülüyordu. Eleni, Lena teyzesinden aldığı vekâletle konağı, çiftliği ve tarlaları bildirmişti. Aradan onca yıl geçmişti. İskeleye ayak basınca şaşırdı. Eski Foça yoktu artık karşısında. Sahil boyunca yürüdü, çalıştığı meyhanenin önüne gelince durdu. Yıkılmış, harap bir vaziyetteydi bina. Yunus’unu düşündü. Nasıl karşılaşacaklardı acaba? Acaba evlenmiş miydi? "Ya evlendiyse" diye geçirdi içinden yüreği burkularak. “Çocukları da var mıdır acaba?” diye bir soru geldi aklına. Dalgın dalgın sürdürdüğü yürüyüşü konağın önünde sonlandı. Birden kendine geldi, küçük denizdeki ev yerli yerindeydi. Mermer basamaklarla çıkılan demir kapının üstündeki sütunlar olduğu gibi duruyordu. Kapıyı yokladı, kapı kilitli değildi içeri girdi. Pencereleri dışarıdan örten kepenkler kapalıydı. İçeriye sızan ışıklardan belli belirsiz eşyaları fark etti. Hepsi terk edildikleri günkü gibi yerli yerinde duruyordu. Evin içi kesif bir küf kokusuyla kaplıydı. Pencerelerin kepenklerini açtı, alt katı dolaştı, ardından ikinci kattaki balkona çıktı. Parıldayan denizin üstünde martılar uçuşuyordu. Balkonun kapısını açmasıyla birlikte ılık bir rüzgâr doldurdu içeriyi. "Foça’m, Yunus’um, hiçbir yer ve hiçbir şey sizden daha güzel ve daha değerli olamaz benim için" diye mırıldandı. Sonra konaktan dışarı çıktı ve kıyı boyunca yürüdü. Az sonra dar bir sokağa saptı. Soldaki sokakla devam eden yolun kesiştiği köşede küçük bahçeli evlerini buldu. Zaten büyük olan incir ağacı şimdi daha da büyümüş ve tüm görkemi ile gözlerinin önüne serilmişti. Bina yıpranmış ve duvarları da hasarlıydı. Bahçede üç çocuk kendi aralarında neşe içinde oynuyordu. Üstleri başları perişandı fakat bu onların çocuk kalplerindeki neşeyi eksiltmiyordu. Kapıdan bahçeye elinde çamaşır sepeti ile başı yazmalı bir kadın çıktı. Giyim kuşamı, şekli şemalinden Makedon göçmeni olduğu belliydi. Çocuklara doğru dönüp seslendi: "Ömer, uslu durun oğlum" dedi. Çocuklardan biri: "Ma vaa aman sen de" diye tersledi annesini.

Geleli beri birkaç gün geçmişti ve artık iyice kendine gelmişti Eleni. Etrafta tanıdığı hemen hemen hiç kimse yoktu. Görüştüğü insanlar kendisine Hasan Ağa’nın çiftlikte yaşadığını söylediler fakat Yunus hakkında kimse bir şey söylemiyor, onunla ilgili soruları geçiştiriyorlardı. Çiftliğin yolunu tuttu. Çiftlik de eski çiftlik değildi artık. Harap ve dökülmüş bir haldeydi. Üstelik ortalıkta da kimseler yoktu. Girişteki çardakta yaşlı bir kadın, kucağına oturttuğu kız çocuğunun saçlarını örmekle meşguldü. Küçük kızı görünce birden yüreği alevlendi, kalbi küt küt atmaya başladı. İçinden, “Sakın Yunus’un kızı olmasın?” diye geçirdi. Biraz daha yaklaşınca yaşlı kadının Yunus’un annesi olduğunu fark etti. Kadın da onu fark etmişti. Oturduğu yerden ayağa kalktı, titreyen dudaklarının arasından kekeleyerek “Eleni… Eleni…” diye belli belirsiz bir cümle döküldü. Bir an ikisi de oldukları yerde donup kaldılar. Öylece, sessizce ve şaşkın bir ifadeyle birbirlerine bakakaldılar. Sonra kadın hızlı adımlarla Eleni’ye doğru yürüdü, bir yandan da heyecanlı ve sevgi dolu bir ses tonuyla "Hoş geldin kızım" dedi. Eleni "Hoş bulduk" dedi boğazına düğümlenen bir ses tonuyla. Hasretle sarıldılar birbirlerine, Anne, geliniymiş gibi sarıldı Eleni’ye, Eleni’de annesine kavuşmuş gibi. Hâlbuki daha önce sadece bir defa görmüşlerdi birbirlerini. Göç ettikleri gündü o gün… Geçip çardağın altına oturdular. Eleni, kadının ellerini ellerinin arasına almış, konuşmadan sadece birbirlerine bakıyorlardı.

Yaşlı kadın, bu süre boyunca yanaklarından süzülen gözyaşlarını örtüsünün kıyısıyla silmeye çalışırken aynı gözyaşları Eleni’nin de yanaklarından süzülüp çenesini ıslatıyordu. Eleni cesaret edip bir türlü Yunus’unu soramıyordu karşısındaki kadına. Birkaç defa dudakları kıpırdadı, “Yunus” diyecek oldu fakat sanki boğazına bir yumru oturmuş, yutkunamıyordu bile. Kadının gözleri ise bu sorunun cevabını veremeyeceği düşüncesiyle "Sorma, sorma kızım. Ne olur sorma" der gibiydi. Çok uzun bir süre, öylece, elleri birbirlerinin avuçlarında, toprağı ıslatıp duran gözyaşlarına aldırmadan sessizce bakışırken ağlayıp durdular. O çok uzun sürenin ardından Hasan Ağa’nın sürüp geldiği at arabasının sesiyle irkildiler. Hasan Ağa yanlarına geldi. Eleni’yi tanımıştı, torunu dizlerine sarıldı. Torununun yanaklarını okşadı. Hanımı: "Bey, bak Eleni kızımız gelmiş. Ben diyemedim var sen anlat gayrı" dedi ve yerinden doğrulup kalktı. "Ben size bir şeyler getireyim he mi!.." dedi ve kaçar gibi yanlarından ayrılıp çiftlik evine doğru yürüdü.

Şimdi Eleni’nin boğazındaki yumrunun bir benzeri de Hasan Ağa’nın boğazına yerleşip kalmıştı.

Hasan Ağa yeleğinin cebinden tütün tabakasını çıkardı, bir sigara sarıp yaktı. Sigarasından derin bir nefes çekti ki, sanırsın dumanı ciğerlerine takıldı da geri gelmedi. Sonra kendini toplayıp vakur bir şekilde anlatmaya başladı. Yıllar öncesine gidip Arapoğlu ailesiyle birlikte Foça’dan ayrıldıkları günden başlayıp bugüne kadar yaşananları bir bir anlattı. Yunus’u, onun Eleni’yi nasıl sevdiğini, ona olan hasretini, onun yokluğunun acısını nasıl çektiğini, harp zamanı cepheden cepheye koşarak onu nasıl unutmaya çalıştığını, bir gün Dimos döner gelir diye tarlalara, bahçelere, konağa nasıl gözü gibi baktığını bir bir anlattı. Yunus’unun şehit olduğunu Eleni’sine söylememek için her yolu denedi. Lafı dolaştırıp durdu ama söylemek ten de daha fazla kaçamadı. Sonunda: "Yunus’un şehit oldu kızım" dedi ve gözyaşlarına boğuldu. Eleni birdenbire fırladı yerinden. "Yunus’um!" diye bir feryat etti ki gökyüzü sarsılıp yarılmadıysa şaşar insan. Şimdi Eleni’nin gözyaşlarına hıçkırıkları da eşlik ediyor, ellerini kalbinin üstüne bastırıyor, bastırıyordu.

Göz ucuyla küçük kız çocuğuna baktı bir an, Hasan Ağa anlamıştı "Yok kızım yok, Yunus’um hiç evlenmedi” dedi. “Bu benim kızımdan olan torunum. Şimdi yaz mevsimi, bağda bahçede çalışıyorlar, ninesine bırakmışlar. Eee kızım, sen anlat bakalım” dedi. Eleni de Dimos’u, karısını, annesini, kardeşini, Dimos’un kızlarını anlattı. Konuşuyordu ama gözünün önünde aklından bir türlü çıkaramadığı, ruhunda aşkını büyütüp çoğalttığı Yunus vardı. Şimdi ne yapacaktı. Oysa Yunus’la ne hayalleri vardı. “Yunussuz Foça, Foça değildi artık.”

O gece çiftlikte kaldı. Ertesi gün de Yunus’un mezarını ziyaret ettiler. Hasan Ağa: "Eleni kızım, Yunus’umun yadigarı, bizim kızımız ol, bundan sonra bizden hiç ayrılma" dedi. Eleni hiç tereddüt etmeden sarıldı Hasan Ağa’nın ellerine, gözyaşları içinde öptü. "Olur Hasan Ağam, olur babam, ben artık sizden ayrılmam çünkü artık ben sizin kızınızım" dedi. Sonra "Annem" dedi, yaşlı kadının ellerine sarılıp öperken...

Eleni, Foça’daki konakta oturuyor fırsat buldukça çiftliğe gidiyordu. Çarşıdaki dükkânları satmış, parasını Hasan Ağa’ya vermişti. Eleni geldikten sonra Hasan Ağa ve hanımına can, hanelerine mutluluk gelmişti. Hasan Ağa işlerini toparlamış; bağı, bahçeyi, tarlaları daha başka bir şevkle çekip çevirmeye başlamıştı artık. İtilaf devletleri ile Osmanlı Devleti arasında imzalanan Mondros Mütarekesi savaşı durdurmuştu. Bu durum 10 Ağustos 1920 gününe kadar sürdü ve o gün sona erdi. O gün Sevr Anlaşması imzalandı ve anlaşmaya göre Ege nerdeyse tümüyle Yunanistan’a veriliyordu. Bölgedeki tüm idari görevlilerin yerine Yunanlılar getirilmeye başlandı. Özellikle küçük yerlerin yönetimine Türk Müslüman düşmanı kaymakamlar atanıyor, fırsat bu fırsat deyip halkın canına okuyorlardı. Yunanistan’dan gelen din adamları, insanların arasında sulh ve sükûnu, iyiliği gaye edinmiyor; Türk, Müslüman düşmanlığını körüklüyorlardı. Şimdi devran tersine dönmüş, eski günlerin intikamını almaya çalışıyorlardı. Halkı korkutup kaçmaya zorluyorlardı.

Eleni, Hasan Ağa ve ailesine sahip çıkmış, işlerinin başında zor da olsa geçinip gidiyorlardı. Günler haftalar geçiyordu. Bu yıllar bölge halkı için çok zor yıllardı. Yunan ordusu Ankara’da kurulan yeni Türk devletine karşı savaş açmış, Kütahya ve Eskişehir’i almış. Ankara önlerine kadar gelmişti ama kurtuluş hareketine karşı koymak, savaşmak o kadar kolay değildi. Mustafa Kemal Paşa önderliğinde Türk ordusu önce Sakarya ardından Büyük Taarruzla Anadolu’nun bozkırlarına kadar gelen Yunan ordusunu beş yüz kilometre boyunca kovalayarak İzmir’de denize dökecekti. Şimdi yeniden her şey ters yüz oluyordu. Canını dişine takmış gençler, ihtiyarlar, kadını ve erkeği ile vatanı için seve seve canını veriyordu. Türk askeri İzmir’e girdiğinde nasıl birlikte yaşayacaktı bu iki toplum? Oysa yüzyıllardır aynı köyde aynı şehirde yan yana komşuluk yapmışlar, birlikte yaşamışlardı. Sahillerde, limanlarda manzara bir öncekinden farksızdı yine. Korkunç bir manzara eşliğinde her yer insan doluydu. Hayvanını, eşyasını alan koşup limana gelmişti. Yatak yorganlar, sandıklar yan yana üst üsteydi. Bir sürü üstü başı perişan asker, cepheden kaçmış; canını kurtarmak için vapurlarda, sandallarda yer arıyordu. Tek amaç suyun karşı tarafına gidebilmekti.

Sonunda tam anlamıyla 9 Eylül’de Yunanlılar denize döküldü. Birkaç gün içinde Türk ordusu tüm Ege’deki kasabalara girmişti. Foça da bunlardandı. Durumu iyi olan Rumlar kaçmışlardı. Kaçamayan Rumları meydanlarda toplayıp Menemen’e gönderiyorlardı. Bu defa Eleni’ye sahip çıkma sırası Hasan Ağa’daydı. Eleni gitmek istememişti. Artık onun vatanı burasıydı ve anası babası, Yunus’u buradaydı. Onları bırakıp nasıl gidebilirdi ki? Eleni’yi bir süre çiftlikte sakladılar. Olaylar yatışınca Eleni Müslüman oldu ve ismini Emine olarak değiştirdi.

Foça’ya gelen askerlerin başındaki mülazım asayişi sağlamış, yeni düzeni kurmaya çalışıyordu. Hasan Ağa cesaretini toplayıp bir gün mülazım beyin yanına gitti. Komutana oğlu Yunus’unu anlattı. Çarpıştığı cepheleri, Yörük Ali’nin kızanı olduğunu, Malgaç baskınında yaralandığını ve şehit düştüğünü bir bir anlattı. Mülazım: "Baba, bir emrin var mı? Biz bu vatanı senin evladın gibi cesur ve yürekli vatan sevdalılarının sayesinde kurtardık." dedi. Hasan Ağa mülazımın bu sözlerinden cesaret alıp Yunus’un Eleni ile olan aşkını ve Eleni’nin durumunu anlattı mülazıma. "Artık o benim kızım. Eleni Müslüman oldu, ismini de Emine yaptık." dedi. Mülazımın sert yüzü düştü, gözleri doldu, emir verdi. Emine, Hasan Ağa’nın kızı olarak kayıtlara geçirildi. Konak, çiftlik, bağ, bahçe ne varsa Eleni’nin yeni kimliğine tescil edildi.

Emine Hanım 1975 yılına kadar yaşadı, dedi, hikâyenin sonuna geldiğinde Asım amca. Bu arada Hasan Ağa ve karısıyla Hacca gitmiş, hacı da olmuştu. Tüm malını mülkünü Hasan Ağa’nın kızından olan torununa bıraktı. Seksenli yılların ortalarında da konağı biz satın aldık. Tadilat yapıp otele çevirdik. Yalnız, konağı bize satanların bizden bir ricası vardı. O da bu resimlerin daima salonda asılı kalmalarıydı. Biz de “Otel bizde kaldığı sürece resimler salonda asılı kalacak” diye söz verdik.

Vakit çok geç olmuştu belki ama bu gece uykusuz kalmaya değmişti.

Asım amcayla bu hikâyenin ardından kırk yıllık dost gibi vedalaştık. Bu hikâyeyi dinledikten sonra Foça benim için normal bir sahil kasabası olmaktan çıkmıştı artık.

Bu yaz yine Foça’ya geldik. Ilıpınar’dan fabrika yoluna girdik. Yine tavuk çiftliklerinden yayılan o ağır koku her yeri kaplamış, burnumuzun direği kırıla kırıla geçmiştik oradan. Sunta fabrikası satılmış, binaları yıkılmış, boş bir araziden ibaretti artık. Önce Bağarası’nda mola verdik, soğuk ve köpüklü ayranlarından kana kana içtik, sonra yolumuza kaldığımız yerden devam ettik.

Foça yine aniden çıkıvermişti karşımıza. Arabayı yolun kıyısına çektim, tepenin üzerinden Foça’ya doğru bakarken ılık ılık esen iyot kokulu rüzgârı çektim içime.

"Evet Nihat abi, dünyada Foça’dan daha güzel bir yer yok."