Birçoğumuz muhabbet ederken şahit olmuşuzdur. Sohbet sırasında hep kendisi konuşup başkalarına fırsat vermeyenlere!
İpe sapa gelmeyen hatta sağdan soldan, onun bunun fikirlerini toplayıp kendini bilgili, bilinçli göstererek karşısındakilere aktaranları bilmeyenimiz yoktur.
Hani hepimizin çok iyi bildiği bir sözü vardır: “Allah’ın bahşettiği nefesi boş yere tüketmeyelim!” İnsanoğlu elde edemediği her şey için çaba sarf eder. Ama havadan para kazanmak veya nasılsa düzen böyle gidiyor diyip boş işlerle uğraşarak zamanı ve yersiz sohbetleri boşuna harcamaya çaba sarf eder. Az önce belerttiğim gibi böyle insanlara sıkça rastlarız.
Kendimiz hiç çaba sarf etmeyiz. Başkalarının kazancına göz dikeriz. Onların kazançları için çenemizi yorarız. Bunun içinde güzel bir özlü söz var:
“Zenginin parası, fakirinin çenesini yorar!”
Öyle kişiler vardır ki hayatı hafife almıştır. Günü kurtarma çabası içindedir. Kahve hane köşelerinde bütün gün zamanı öldürür. Bir siyasi lider gibi bilip bilmeden ya hükümeti eleştirir veya muhalefeti! Bu tipler kendisi gibileri etrafına toplayıp akşama kadar dedikoducu kadınlar gibi gıybet kırıp, boş laflar harcarlar.
Kimisi çalışmaz, ya babasının sırtından geçinir. Kimisi ağabeyisinin veya eşinin kazancı ile. Velhasıl kelam bu tip insanlara ben asalak diyorum.
Belki bu tipleri ebeveynleri böyle alıştırmıştır diyesim gelse de, bunun bir huy mu yoksa boş laflarla gününü geçirmek mi buna da siz karar verin. Hani her sözümün sonunda bir özlü sözle örnek veriyorum ya bakın bu kişiler için bir başka özlü söz nasıl?
“Leyleğin ömrü lak, lak ile geçermiş!”
Aslında çocukken eğitimi aile iyi vermiş olsaydı belki bu tipler hayata sıkı sıkıya bağlanıp asalak bir yaşama alışmaz, yeri geldiğinde ağırlığını koyup az ve öz konuşur, kimseyi de rahatsız ve huzursuz etmez diye düşünüyorum.
Bakın insan bebekken karnı acıktığında annesinden onu doyurması için ağlar, annesi de ona meme vererek susmasını rahat etmesini sağlar. Bu yüzden güzel bir söz olan: “Ağlamayana meme yok!” Atasözü çok yerindedir.
Hazır mevzu çocukluk dönemine gelmişken size bir başka yazımda aktarmış olduğum bir hikaye ile devam etmek istiyorum:
Bir ailenin tek bir erkek çocuğu varmış. Çocuk iki yaşına geliyor, tek kelime etmiyor. Üç yaşına geliyor yine aynı aile çocuğun bir dediğini iki etmiyor yediği önünde yemediği ardında. Çeşit, çeşit oyuncaklar alınıyor. Her gün buzdolabına çikolatalar konuluyor. Ama tek bir kelime yok. Ne anne diyor! Ne baba. Ebeveynleri meraklı yavrumuz konuşsun diye ama nafile çocukta tık yok. Akrabaları sürekle çeşitli önerilerde bulunuyor. Kimi şöyle diyor aile onu yapıyor. Kimi böyle diyor aile onu yapıyor ama çocukta tık yok. Çocuk beş yaşına geliyor yine konuşmadan eser yok artık ebeveynler karar verip bir uzman doktora başvuruyorlar. Onun tavsiyeleri doğrultusunda davranıyorlar yine nafile. Psikolog falan derken netice sıfır! İyice umudunu yitiren aile çaresiz durumu kabullenmek zorunda kalıyorlar.
Bir gün çocuk mutfakta buzdolabında bir şeyler ararken bağırarak:
“Nerede bu lanet olası çikolatalar!” diye haykırınca Anne ve baba mutfağa çıldırmış gibi koşarak çocuğun yanına geliyor. Babası heyecandan neredeyse çıldırmış gibidir. Annesi ise sevinçten hüngür, hüngür ağlamaktadır. Babası sevinçle çocuğa:
“Yavrum sen konuşabiliyor muşsun da bu güne kadar neden sustun konuşmadın?” Çocuk şap diye cevabı yapıştırır:
“Şimdiye kadar hiç ihtiyacım yoktu da ondan! Her şey yolunda gidiyordu. Her istediğime ulaşabiliyor, her ihtiyacımı karşılıyordunuz. Fuzuli yere neden konuşayım ki?”
Bu ilginç kısa hikaye bize şunu anlatmakta: Bu yaştaki çocuk bile fuzuli yere konuşmayıp kimseyi rahatsız etmiyorsa neden bizim boş boğazlı kişiler hiç usanmadan ipe sapa gelmez sözlerle çevremizdekileri esir alıp onların kafalarını şişiriyoruz?
Çocuklarımızı yetiştirirken onların her isteğini yerine getirmek yerine iyi birer birey olarak yetiştirmek boş sözler yerine onlara anlamlı az ve öz konuşmaları gerektiğini öğretmiyoruz?
El bebek, gül bebek büyütmemizin sonucu onların hayat mücadelesinde hep hazıra alıştığından kendilerinin bir çaba sarf etmesi ortadan kalkmış olur. Ömrünü de öyle fuzuli hiç bir fayda getirmeyen yerlerde geçirmesini ve yine bir güzel bir hikaye olan “Ağustos Böceği ve Karınca” hikâyesindeki gibi: karınca yaz boyu sürekli yuvasına yiyecek taşırken, Ağustos böceği ise bir dalın üstünde sürekli keman çalarak yaz ayının hiç bitmeyeceğini sanarak gün geçirir. Çalışan karıncalar içinde dalga geçerek onlarla eğlenir.
Kış bastırınca ortada yiyecek bir şey bulamayan Ağustos böceği karıncaya muhtaç olur.
Hani yazımızın başlığında ki gibi: “Leyleğin ömrü lak, lak etmekle geçer” Hayallerde iş kuran, boş konuşup, boş dolaşan ve boş yaşayanın ömrü kısa olur!...