“Lüks görünmenin, bir eve sahip olmaktan daha kolay olduğu bir çağda: Borçla aldığımız kimliklerin hikâyesi.”
Artık lüks bir statü değil; anlık bir tatmin, pahalı bir his, geçici bir aidiyet.
Bir markaya ait olmak, bir hayata ait olmaktan daha kolay geliyor.
Çünkü bizi bu tercihlere yönlendiren yalnızca bireysel zevklerimiz değil, içinde yaşadığımız ekonomik ve sosyolojik çöküntü.
Lüks, geçici de olsa bize şunu fısıldıyor:
“Sen varsın. Sen özelsin.”
Böylece doğdu middle-class luxury:
Gerçek zenginliği olmayanların, birikim, ev ya da istikrarlı bir gelecek yerine “lüks hissetmeye” yöneldiği bir yaşam biçimi.
Evimiz yok.
Birikimimiz yok.
Güvencemiz yok.
Ama elimizde kahverengi cam şişede serin bir matcha var.
Ve üstümüzde dev logolu sweatshirt’ler.
Sanki Gucci yazınca gelecek kaygısı azalıyor.
Çünkü artık bir markaya ait olmak, bir hayata ait olmaktan daha kolay.
Çünkü hayat, sahip olunacak bir şey değil.
Taklit edilecek bir şeye dönüştü.
“Bugünü yaşa!” Dediler. Geleceğimizi sattık.
Pandemi, ekonomik krizler, siyasi belirsizlik derken…
Birikim fikri çoğumuz için anlamını yitirdi.
“Zaten geleceğimiz belirsiz, bari bugünü yaşayalım”
Bu düşünce artık sadece savunma değil.
Yeni bir norm.
Ve bu norm, bizi dokunabileceğimiz şeylere yöneltti:
Maison Margiela tabi ayakkabılar…
Rhode lip tint’ler…
Miu Miu spor ayakkabılar…
Bugün bir ev almak çoğumuz için imkânsız, ama bir lüks tüketim ürünü daha ulaşılabilir.
Hatta daha ‘gerçekçi’.
Eskiden Chanel parfümle prestij kazanılıyordu; şimdi sosyal medyada viral olan lip gloss’la bir kimlik satın alıyoruz.
Bu, ekonominin kötü olduğunun en net ve ironik göstergesi.
“Zaten dünya çöküyor…
Bari ayakkabım Maison Margiela olsun.”
Böylece middle-class luxury doğdu:
Zenginliğe uzak, borca yakın; ama pahalı hissettiren yaşamlar.
Bir zamanlar insanlar ev alıyordu.
Şimdi biz, lip gloss alıyoruz.
Ebeveynlerimiz tapu törenlerinde kurdele keserken, biz Sephora poşetimizi story’e atıyoruz.
Çünkü günümüzde en büyük başarı: Viral olmak.
Chanel parfümle değil, Rhode lip tint’le prestij inşa ediyoruz.
Ekonomik enkazı, ışıltılı bir ambalaja sarmaya çalışıyoruz.
Her sabah overpriced matcha’larla kendimizi şımartıyoruz.
Ama farkında olmadan başka bir şeye dönüşüyoruz:
Küçük ama logolu ürünlere…
Mikro trendlere…
“Hemen al-sonra öde” kolaylığına teslim oluyoruz.
Mizah pazarlamasıyla kandırılıyoruz.
Lüksün mağaza kokusuna, ambalaj şıklığına, çalışanların gülümsemesine yeniliyoruz.
Pazarlamacılar egomuzu hedef aldı.
Markalar, genç neslin duygusal boşluklarını çok iyi analiz etti.
Ve tüketimi, “arkadaş tavsiyesi”ne dönüştürdüler.
Influencer’lar aracılığıyla bize sürekli şu mesajı verdiler:
“Sen de böyle olabilirsin.”
Ama mesele bir çanta değil.
O çantayla kendimizi daha değerli hissetme çabası.
Kandırıldık.
Gönüllü olarak.
Pazarlama sektörü, açığımızı buldu:
Aidiyet eksikliği.
Lüksün büyüsüne yalnızca para değil, özsaygımızla da girdik.
Mağazadaki koku, influencer’ın gülümsemesi, logolu ambalajlar…
Hepsi tek bir şeyi fısıldıyor kulağımıza:
“Sen değerlisin.”
Ama sadece kart çekebildiğin sürece.
Küçük ama logolu ürünler.
Mikro trendler.
“Al ve sonra öde” kolaylığı.
Bir kerede değil, 3 taksitte kendimizi değerli hissetme sistemi.
Bu bir alışveriş değil.
Bu, varoluşsal boşluğumuza yapılan pahalı bir makyaj.
Ama Asıl Acı Gerçek Şu:
Zenginler zaten logoya ihtiyaç duymaz.
Çünkü onların görünmeye ihtiyacı yoktur.
Biz ise çırpınıyoruz görünür olmak için.
Bir etikete…
Bir simgeye…
Bir filtreye tutunarak.
Çünkü başka hiçbir şeye tutunamıyoruz.
Peki Şimdi Ne Olacak?
Belki de yeni bir lip balm yerine,
kendimize bir gelecek inşa etmeliyiz.
Yalnızca beğeni değil, bir yön duygusu kazanmalıyız.
Çünkü gerçek lüks,
Bir mağazada değil.
Bir evin içinde…
Bir akşam huzurla içilen çayda…
Bir borcun olmamasında…
Bir sabah geleceği düşünmeden uyanabilmekte gizli.
Ve biz bunu kaybettik.
Bir lip gloss karşılığında.
“Ama belki hâlâ geç değil.
Belki kendimize tekrar dokunabiliriz.
Bu kez logoyla değil, anlamla.”
“Lüks hissiyle borçlanan bir neslin görünür olma mücadelesi”
Frauadymn