Üniversitede bir hocamız şöyle demişti. “Üniversite siz mezun olduktan sonra kendinizi nasıl pazarlayabileceğinizi öğretildiği ve bununla ilgili eğitim aldığınız yerdir."

Karl Marx'ın tabiriyle " Katı olan her şey buharlaşıyor." Bizde kendi olma bedelimiz için, her gün farklı parçalarımızı satmak zorunda kalabiliyoruz.

Hayat insana dokundukça dönüştürüyor.

Önce seni parçalara ayırıyor; sonra, o hassas parçaların yerine daha sertlerini koymak zorunda kalıyorsun.

Yoksa eksileceksin.

Yıkılıp yok olacaksın.

İnsan çok düşer…

Ama düşe kalka gelişir.

Her düşüş, yeni bir “sen” ile yeniden dimdik durmayı öğretir.

Ve her kalkış, inançla başlar.

Kendine inanmakla…

Çünkü kendine inanan insanın, hayatta yapamayacağı hiçbir şey yoktur.

Kendini pazarlamak da aslında bu inancın bir kabiliyetidir.

Kendisini yetiştiren insan, sınırlarını bilir; kendi reklamını yapmadan, benliğini ortaya koyarak var olur.

Ve hayatın en büyük öğretisi şudur:

Düştüğünde seni yerden kaldıracak sihirli bir el arama.

O eli, önce kendi içinde bul.

Çünkü bir noktadan sonra, kimse seni senin kadar tanımaz.

Kimse senin hayallerini, kırgınlıklarını, yeniden ayağa kalkma isteğini senden iyi bilmez.

Ve kimse, senin için mücadele etmeye senin kadar istekli olamaz.

Kendine inanan insanın adımları ağır ama kesindir.

O adımların her biri, geçmişte dökülen gözyaşlarının üzerine basar.

Ve işte o zaman anlarsın:

Düşmek, bir kayıp değilmiş.

Düşmek, sadece yeni bir yükselişe hazırlıkmış.

Hayat, sürekli kendini kanıtlama yarışı gibi görünse de

Asıl yarış, insanın kendiyle verdiği yarıştır.

Kendi içindeki korkuları, güvensizlikleri ve geçmişin yankılarını susturabilirsen,

Dışarıdaki gürültü seni yolundan edemez.

Sonunda anlıyorsun:

Gerçek başarı, alkışların duyulduğu an değil…

Kendi sessizliğinde, “Ben oldum” diyebildiğin andır.

“Çünkü insan, en büyük alkışı kendi yüreğinden duymadıkça, hiçbir sahne gerçek bir zafer sayılmaz.”