Arnavut İzaim’in bulunduğu yer küçük bir tepeydi. Cebinden mendilini çıkarttı, neredeyse süzüldü süzülecek olan alnında biriken terleri sildi. Aslında hava pek sıcak sayılmazdı ve onun alnında biriken terler de havanın sıcaklığından değildi zaten. Büyük bir sıkıntı basmıştı onu, omuzlarına ağır bir yük gibi binen bu dert herkes gibi onu da sırılsıklam terletiyordu. Aşağı doğru baktı, peş peşe sıralanmış kağnılar salkım saçaktı. Kağnıların üzerinde sandıklar, denkler eşyalar değil de çaresizlik, korku ve üzüntü yüklüydü. Kafiledekilerin iki tekerlekli öküz arabalarına yükleyip yanlarına alabildikleri şeyler ancak değerli eşyalarından taşıyabilecekleri kadarı olmuştu. Bir ev bir kağnıya ne kadar yüklenebilirse işte o kadar; tencereler, kazanlar, kilimler, yataklar, yorganlar. Kimilerinin içlerinde ya biraz büyükçe ya da birkaç küçük sandığa sığdırılmış, gelinlik kızların hayalleri olan çeyizler. Kimilerinde ise yol azığı bir çuval un… Küçük çocuklar taze gelinlerin sırtlarına bağlanmış, yürüyebilen çocuklar yazmalı, başörtülü annelerinin, ninelerinin ellerinden tutmuş yürüyorlar. Bazıları yalınayak olsa da yüreklerinin acısından toprak zeminin üzerindeki taşın, çakılın acısını hissetmez olmuşlardı. Arabaları mandalarla öküzler çekerken inekler arkaya bağlanmış, sadece yürüyemeyecek kadar hasta ve yaşlı olanlarla yürüyenlere ayak uyduramayacak kadar küçük çocuklar, arabaların önlerine arkalarına oturtulmuşlardı. Kafileyi oluşturanlar genellikle kadınlar ve çocuklarla yaşlı insanlardı. Erkekler azdı ve hepsi de bitkin haldeydi. Sağlam olanlar cephelerde, vatan uğruna şehit olmuşlardı. Zamanında, anayurttan dedeleri Balkanlara gelmişler. Huzur, bereket ve adaleti de beraberlerinde getirmişlerdi. Şimdi ise yüzyıllar öncesi atalarının göç ettikleri, vatan bildikleri bu topraklardan, gâvurun gaddarlığı, baskı ve zulmü yüzünden huzur yerine yüreklerindeki hüzün yüküyle ana yurtlarına dönüyorlardı. Tabi, buna dönmek denirse. Bu aslında bir kaçış yolculuydu.

Arnavut İzaim Üsküplüydü. Nur yüzlü bir anası, gencecik karısı ve biri üç diğeri henüz bir yaşında olan iki kızanı vardı. Babası, amcası, dayısı hep cephede vatan uğrunda savaşırlarken şehit düşmüşlerdi. Şimdi birkaç parça eşya ile birlikte hatıralarını da yüklenip bir gece yarısı içleri kan ağlayarak sessizce ayrılmışlardı Üsküp’ten. Yürekleri sızlatan bu yolculukları Edirne, Babaeski, İstanbul, Yalova, Bursa güzergâhı üzerinden iki ay sonra İnegöl’de sonlanacaktı.

İnegöl’e geldiklerinde daha önce göç edip gelmiş olan akrabalarını buldular. Akrabaları gibi onlar da İnegöl’ün kenar mahallesi olan Süleymaniye’ye yerleştiler. Memleketten Naser dayı üç ay önce gelmiş, burada düzenini kurmuştu bile. İzaim ve ailesini o karşılamıştı. "Aaa… İzaim, hoş gelmişin beyavv..."

Naser’in hanımı Emine de: "More Naciye, hoş gelmişsiniz." dediler ayrı ayrı. “Ayde kızanlar, gelin çıkın be ortaya, ayde buyrun içeriye." Dedi Naser. Kapının küçük olan kanadındaki ipi çektiler, kapı ardına kadar açıldı. Bahçeye girdiler. Kireç badanalı tek katlı evin avlusunda yaseminlerin, leylakların avluya yayılan kokusu doldu içlerine. Yüklerini avluya indirdiler. En son Naciye’nin çeyiz sandığını indirdiler. Ceviz ağacından oymalı çok güzel bir sandıktı bu. Genç kızların işlediği kanaviçeler, oyalar, pikeler, örtüler, seccadeler... Naser dayı bir koşu avluda gezinen tavuklardan birini tutup avlunun bir köşesine götürdü ve besmeleyle kesti hayvanı.

Yaklaşık bir aya yakın İzaim ve ailesini evlerinde misafir ettiler. Naser dayı İzaime küçük sanayide bir sandalye fabrikasında iş buldu. Kadınlar da kıra, işe gitmeye başladılar. Fazla geçmedi aradan, bir ay sonra aynı mahallede bir göz odası, bir mutfağı, bir de küçük bahçesi olan kiralık bir ev buldular. Çocukları Azemle Zamire de mahalledeki diğer Arnavut göçmen çocuklarının arasına karışıp büyümeye başladılar. Bir süre yeni yurtlarına, yeni çevrelerine uyum problemi yaşamışlardı şüphesiz. Özellikle yiyecek ve içecekler yanında örf ve adetleriyle de farklılık arz etseler de komşuları, şehrin yerlisi olan halk, kendi maddi sıkıntılarına rağmen yeni gelen muhacirlere kucaklarını açmış, onlara misafirperver bir şekilde davranmışlardı.

Azem, ilkokul çağına geldiğinde mahalledeki çocukların da okuduğu Dündar İlkokuluna yazılır. Koke (taş kafa) ve Sarı ile yarım asrı geçen arkadaşlıkları bu okulla birlikte başlayacaktır onun. Aynı mahallenin çocukları oldukları halde ortak bir geçmişleri, tanışıklıkları yoktu. Üçü de ele avuca sığmayan haylaz, yaramaz çocuklardı. Derslerle işleri pek olmazdı. Bazı sınıfları çift dikiş geçerlerdi. İçlerinde en uyanık olansa Azem’di. Ona şeytan lakabını takmışlardı. Babası İzaim, Azem’i şikâyet edenlerden bıkmıştı artık. Bir gün o kadar kızmıştı ki kulağından tuttuğu gibi "cibilliyeti gararısaca senii… Seni kerhaneci senii..." diye diye bahçedeki tavuk kümesine kapatmış, üç gün oradan çıkartmamıştı. Nihayet, komşu tetelerin yalvarmasıyla affetmişti onu. Azem o gün söz vermişti söz vermesine ama yine yaptığından yapacağından geri durmuyordu.

Üç kafadar harçlıklarını biriktirip şans talih çekiliş seti almışlardı. Şans talih, bir kartonun üzerine sıra sıra düğme çapında delikler açılır ve alttaki kartonla arasına varak konulur. Delikler iğne ile kazınır. Her kazımanın ücreti vardır. Boş çıkarsa gofret verilir. Çıkan rakamlara göre ayna, tarak, balon, çikolata vesaire birçok hediye verilir. Büyük ikramiye ise çikolatadır... Azem cin fikriyle şans talih çekilişine başlamadan önce kartonları açıp çikolatanın yerini belirliyor, belirlediği yeri yeni den monte edip belirledikleri deliği kazıyor, çikolatayı yiyorlardı. Büyük ikramiyenin çıktığı belli olmasın diye de iğnenin ucuyla o rakamı okunmaz hale getiriyorlardı. Kendilerinden küçük çocuklara hediye çıksa bile “Boş çıktı” deyip gofret verirler itiraz eden olursa Koke devreye girer. "Boş ulan uzatma işte, al gofretini git…" der, diretenler olursa, dövüleceklerini bildikleri için kaçarlardı.

Artist ve futbolcu kartları ile oynadıkları açık kapalı ve alt üst oyunlarında avucunun içinde en alta koyduğu bilinen harflerden kartı çaktırmadan üste çıkartıp karşısındaki oyuncunun kartlarını alır, üttüğü kartları satardı. Pazar günleri Yıldız Sinemasının önünde Teksas, Tommiks, Zagor kitaplarına para atarlardı. Kitaplar yere konulur, belli bir mesafeden üzerlerine metal para atılır, atılan para kitabın kapağının üzerinde durursa parayı atan kitabı alır. Durduramazsa kitap sahibi atılan parayı alırdı. Paranın kitabın üstünde kolayca durmaması için Azem kitapların üstüne ayakkabı cilası sürerdi. En büyük zevkleri de kesilmiş biletleri birbirine ekleyip çaktırmadan sinemaya girmeleriydi.

İlkokulu ittire kaktıra bitirince babası Azem’i Kur’an öğrensin diye mahalle camisine gönderdi. Artık oğlunun okulda okumayacağına kanaat getirmişti. Sanayiye çırak verecekti onu ama hiç olmazsa namaz kılmayı, namaz surelerini ve duaları, Kuran okumayı öğrenmeliydi. Sanayiye girerse bir daha öğrenmesi zor olurdu.

Koke ve Sarı, Azem’in Kur’an okumayı öğrenmek için camiye gitmeye başladığını öğrendiklerinde yerlerinde durabilirler miydi hiç. Onlar da camiye gitmeye başladılar. İlk zamanlar uslu durdular, Azem bir ayda Elifba’dan Kuran’a geçmişti, hocası da seviyordu onu. Ev halkı da memnundu. Her gün öğrendiğini anne babasına okuyor, onlar da içten içe “Azem akıllandı artık!” diye çok seviniyorlardı. Ama çok zaman geçmedi, Koke ile Sarı’da camiye gelmeye başladığından beri Azem’in içinde bir şeyler yeniden kıpırdanmaya başlamıştı. Çetesiyle beraber yaramazlıklara kaldığı yerden devam ediyordu. Cami de rahat durmuyorlar, camiye gelen cemaatin bağcıklı olan ayakkabılarını birbirine bağlıyorlar, ardından cemaat dağılırken olacakları bir köşeden kıs kıs gülerek seyrediyorlardı. Daha bu muzipliğin yapıldığı ilk günden iki ihtiyar birbirine bağlı ayakkabılarını giyerken dengelerini kaybedip birbirleriyle kafa kafaya çarpıştılar. Bu arada bağcıksız olan ayakkabıların da kaçarı yoktu. Bu ayakkabıların içinden de yumurta, çürük meyveler filan çıkar olmuştu. Cami tuvaletinin kapısının üstüne kovayla su koyuyorlar, kapıyı açanları ıslatıyorlardı. Hoca bile kurtulamamıştı onların elinden. Birgün Hocanın minberde oturduğu pöstekiye sürdükleri yapışkan hocayı zor durumda bırakmış, Azem ve arkadaşları artık onu da canından bezdirmişti.

Sonunda hoca daha fazla dayanamadı, İzaim’i çağırdı, aldı karşısına, olanları bir bir anlattı. Sonra bir de:

İzaim, senin oğlana arkadaşları ne diye hitap ediyorlar, lakabı ne, biliyor musun? dedi.

İzaim anlamıştı anlayacağını. Utanarak bir suçlu gibi başını önüne eğdi ve öylece tek bir söz söyleyemeden sustu durdu…

Hoca:

 Şeytan diyorlarmış." dedi.

İzaim, kulaklarına kadar kıpkırmızı kesildiğini hissetti. Yutkundu, bir şeyler söylemek istedi fakat kelimeler boğazında takıldı kaldı. Hoca, bu defa sesini biraz daha yükselterek:

Bak İzaim, senin oğlanla şeytanı aynı çuvala koysalar yemin ederim şeytan “beni çuvaldan çıkarın” diye yalvarır. Hem şeytanın camide ne işi var İzaim, Azem artık camiye gelmesin!

Bu olay Azem ve arkadaşlarının çalışma hayatının başlangıcı olmuştu. Şimdi onlar için sanayide çıraklık dönemi başlamıştı. Azem her sabah babasıyla birlikte babasının kullandığı velespitin arkasına oturuyor, sanayinin yolunu tutuyordu. Öğlen eve yemeğe geliyor, tekrar işe gidiyor, akşam olunca yine eve. Babası onu kendi iş yeri sahibinin arkadaşı olan bir koltuk döşemecisine çırak olarak vermişti. Patronuyla beraber gidip durumu anlatmışlardı. Azem’in ustası cüsse olarak yüz kilonun üzerinde, uzun boylu, esmer, pala bıyıklı bir adamdı. Sert biriydi de. Daha çıraklığının ilk gününde Azem’i yoktan yere fırçalamış, bununla da kalmayıp ardından iki de tokat atmış, feleğini şaşırtmıştı ona. Dinsizin hakkından imansız gelirmiş derler ya Azem o günden itibaren kuzu gibi olmuştu. Arkadaşları da sanayide çalışmaya başlamışlardı. Artık ancak pazar günleri buluşabiliyorlardı. Yazın Koca Çayır’da top oynuyor, babasın dan velespiti alabilirse Cerrah’a yüzmeye gidiyorlar, kışları Yıldız Sinemasının üç film birden gösterimlerine devam ediyorlardı.

Yıllar çabuk geçti. Azem önce kalfa, sonra da usta olmuştu. Arada sırada yine yaramazlıklar, şakalar yapıyordu ama eskisi gibi değildi tabii. Ekmek kavgası bir nebze değiştirmişti onu. En zevk aldığı şaka, ustası da dâhil çalışanların sandalyelerine kabara çivilerini koymaktı. Askerden sonra kendine ufak bir dükkân açmış, babasını da yanına almıştı. Annesi de kıra gitmiyor, pırasa yıkamıyordu artık. En büyük hayali Java motor sahibi olmaktı. Zamanla işlerini büyütmüş, Osmanbey Caddesi’nde mağaza açmıştı. Ankara, Sitelerdeki imalatçılardan ham olarak aldığı takımları İnegöl’e getirtiyor, boyatıyor, sonra da hem toptan hem de perakende olarak satıyordu. Ankara ile alışverişlerinde ödemelerini, bir, bir buçuk senelik vade ile ve senetle yapıyordu. Satışlarında ise en fazla altı yedi aylık ödeme alıyordu. Vadelerdeki bu rahatlık ona sermaye de kazandırmıştı. İşlerinin iyi olması ve yolunda gitmesi hayallerini de bir bir gerçekleşmesini sağlamıştı. Evi, arabası olmuş. Çevresi değişmiş, akşamları eğlence mekânlarına takılır olmuştu. Bazen İnegöl kesmiyor arkadaşlarıyla soluğu Bursa’da alıyordu. Koke ve Sarı da mobilyacı olmuşlardı ama Azem kadar büyüyememişlerdi. Kendi yağlarıyla kavruluyorlardı o kadar. Azem ile arkadaşlıkları ise devam ediyordu. Azem eğlenmeye giderken ara sıra onları da götürürdü Bursa’ya, masrafları da o karşılardı.

Azem, kendi ürettikleri yanında dışarıdan ham olarak alıp boyattığı mobilyaların büyük bir bölümünü İstanbul’a satı yordu. Genelde mobilya toptancıları Bayrampaşa’da olurlardı. Onlar da aldıkları ürünleri İstanbul’daki perakende satış yapan mağazalara dağıtırlardı. İnegöl’deki mobilyacılar o dönemde İstanbul’daki mağazalara direkt olarak mal satmayı pek bilmezlerdi. Onları tanımazlar riske de girmek istemezlerdi. Bayrampaşa’daki yirmi otuz toptancı yürütüyordu bu işi. Bu toptancılarla çalışan İnegöllü mobilyacılar ayda bir ya da en geç iki ayda bir soluğu İstanbul’da alırlar, eski satışların hesaplarını toplarlar, yeni bağlantılarını yaparlardı. Genelde otobüsle gidilirdi İstanbul’a. Gece binilen otobüs sabah önce Harem’e uğrar, sonra da yolculuk Topkapı’da son bulurdu. Karayoluyla Yalova’ya kadar gidip oradan vapurla gidenler de olurdu. Azem de ayda bir soluğu Bayrampaşa’da alanlardandı.

Her mobilyacının belli bir toptancısı vardı. Azem malını kambura verirdi. Kambur, eski Arnavut göçmenlerindendir. İnegöllü mobilyacılar malı ucuz aldığı, ödemeyi geciktirdiği, konuştuğu vadeden uzun senetler verdiği için pek sevmezlerdi onu. Azem, altından girer, üstünden çıkar, her seferinde işini kendi istediği gibi hallederdi kamburla. Kambur ona:

Aa be Azem, sende şeytan tüyü mü var nedir, her gelişinde kandırırsın beni, derdi.

Azem, son İstanbul yolculuğunda Koke ve Sarı’yı da almıştı yanına. Gündüz bağlantılarını yapıp hesap toplayacaklar, akşam da felekten bir gece çalacaklar, sabaha kadar eğleneceklerdi. O gün, akşama kadar işlerini bitirdiler. Eski sevkiyatların hesaplarını aldıkları gibi yeni gönderecekleri mallar için de kapora almışlardı.

Akşam saatlerinde doğruca Beyoğlu’nun yolunu tuttular.

Gece uzundu. İlk durakları Çiçek Pasajı oldu. Çiçek Pasajı, Beyoğlu akşamlarının ilk durağı, adeta yönlendirici merkezidir. Uzun bir gecenin ilk yudumlarını sofralarını süsleyen meze çeşitleri ile açtılar. Pavyonların açılmasına daha çok vardı. Burada da her gün ve her gece başka bir âlem yaşanırdı. Birbirine yakın masalarda dostluklar kurulur, karşılıklı ikramlar yapılırdı. Gece olmuş, saat on ikiyi geçmiş, müşteriler azalmış, pasaj kapanmak üzereydi. Beyoğlu’nda dönemin meşhur pavyonları Londra, Moulenrouje, Liban, Olimpia, neonlu ışıklarını yakmışlar, müşterilerini bekliyorlardı. Bu mekânlar pahalı ve lüks yerlerdi. Çiçek Pasajı’nda yan masayla kurdukları dostluktan Hisar Pavyonunun ismini ve methini duymuşlardı. Garsonlara sorup mekânın yerini öğrendiler. Balıkpazarı’na girerken köşedeki binanın bodrumundaydı Hisar Pavyon. Pavyonun önüne geldiklerinde kapıda duran takım elbiseli, iri kıyım iki adam karşıladı onları. Bu adamlar pavyon kültürünü, işin raconunu bildikleri için gelenlerin kendi tabirleri ile koyun müşteri olduğunu hemen anlamışlardı. Bu sınıf müşteriler Anadolu’dan ticaret için gelmiş, eğlenceye ve kadına merak salmış paralı insanlar olurdu. Bu tipler birkaç ay içinde fabrikasını, çiftliğini, çubuğunu buralarda bırakır, perişan olup çıkarlardı.

Kapıdakilerden biri önünü ilikleyerek Azem’e yaklaştı:

Abi hoş geldin, dedi. Koke ve Sarı’ya da: Siz de hoş geldiniz abilerim, diyerek konuşmasını sürdürdü.

Geçen gelişinizde memnun kalmıştınız, abime düzgün bir masa ayarlayalım, dedi diğer adam. Azem’in koltukları kabarmıştı. Buraya ilk defa geliyordu Azem. İçinden; “Birine benzet ti herhalde” dedi ama arkadaşlarına hava atacaktı ya! Hiç bozuntuya vermedi. Zaten çakırkeyifti, üstelemedi, başını salladı: " Tamam" dedi.

Kapıdaki biri koşar adım içeriye girdi. Hemen garsonlardan birine sinyali çaktı. Koyunlar gelmiş kapıda bekliyorlardı, bir an önce ağıla almak gerekirdi onları. Artık yünlerini mi kırparlardı, sütlerini mi sağarlardı, yoksa etinden budundan da faydalanalım mı derlerdi, bilinmez. Az sonra garsonla birlikte kapının önüne çıktılar.

Buyur sayın ağabeyciğim" dedi garson, beline kadar eğilip eliyle yol gösterirken.

Garson önde, üç arkadaş arkada merdivenlerden aşağı, ağıla, pardon, pavyona indiler. Loş ışıklar, yüksek perdeden çalan müzik, çeşit çeşit meyveler, mezeler ve içkilerle donatılan masalar, kadeh tokuşturmalar ve kahkahalar atarak yanlarındaki müşterilere işve yapan kadınlar… Daha garsonun yönlendirdiği masaya oturur oturmaz masa anında donatılmaya başlandı. Ardından üç de kadın masaya gelip selam verip teklifsizce yanlarına oturuverdiler.

Vakit nasıl geçmişti anlamadılar bile. Nerdeyse sabah olacaktı. Pavyonda onlarınkinden başka üç beş masa daha kalmıştı. Bu arada üçü de kelle olmuşlardı. Kadınlar ise çoktan sıvışıp gitmişler, şimdi, onları masaya oturtan garson elinde hesap pusulasıyla, Azem’in başına dikilmiş bekliyordu.

Beyim, mekânı kapatıyoruz artık, hesabı alalım, dedi garson ve hesap pusulasını Azem’e doğru uzattı.

Azem pusulayı eline aldı. Yarı açık, yarı kapalı gözlerini kıpıştırarak, baktı hesaba. Rakamı görünce birden elektrik çarpmış gibi çırpındı. Gözleri yerinden fırlayacak gibi oldu. Pusulayı, Koke ve Sarı’ya uzattı. Onlar da rakamı görünce bembeyaz kesildiler. Sanki ellerinde bir kor parçası tutuyormuş gibi aceleyle pusulayı tekrar Azem’in eline verdiler.

Azem:

A be, bu ne böle, biz keriz miyiz? Götür bunu doğru hesap getir, diye diklendi garsona.

Koke de yerinden sallanarak kalktı:

Yürü lan! deyip bir de garsonu itekledi. Garson:

Ulan yavşaklar, fare kafayı bulunca getirin o kediyi bana demiş. Sizi gidi fareler siziii... dedi.

Bu cümleyle birlikte diğer garsonlara sinyal gitmiş oldu. Bir anda hep birlikte giriştiler üçlüye. Yer misin yemez misin, yer misin yemez misin. On beş dakikada dımdızlak kaldılar. Azem, Koke ve Sarı için felekten çalınan bu eğlence dolu gecenin sabahı hiç de eğlenceli bir şekilde sonlanmamıştı. Yedikleri sopa da cabası. Kral gibi indirdikleri merdivenlerden şimdi sürükleyerek yukarı çıkardılar onları. Sokağın orta yerine boş bir çuval gibi atıverdiler. Kapıdaki adamlardan biri gelip Azem’in cebine bir miktar para sıkıştırdı: "Kaybolun buradan." dedi. Paralar ve senetlerle dolu el çantaları içerde kalmış, yani sözün kısası paralar uçup gitmişti

Caddeye çıktılar. Hiç konuşmuyorlardı. Hava yeni yeni aydınlanmaya başlamış, insanlar işlerine gitmek üzere yollara dökülmüştü. Bir taksi çevirdiler. Topkapı surlarının önünde indiler. Kozlu, Edirnekapı, Merkezefendi mezarlıkları buradaydı. Üstleri başları perişan, kafa göz dağılmış haldeydiler. En çok hasar Koke’deydi. Bu arada hava ısınmış, ortalık tenhalaşmıştı. Bir çeşmede üstlerini başlarını temizlediler. Sarı’ya kalan parayı verdiler. Otogara yolladılar. Üstbaş giyecek ve yiyecek, bir de otobüs için dönüş biletlerini alacaktı. Azem Sarı’ya:

Bir defterle kalem al, bir de telefon kulübelerinden birine gir. Rehber arakla gel, dedi.

Sarı şaşkın şaşkın baktı Azem’e. “Yine bir şeytanlık düşünüyor bu adam.” diye geçirdi içinden. Çocukluğundan beri böyle zamanlarda Azem’in sağ gözü seğirir, kaşı oynardı. İşte şimdi de gözü seğirip kaşı oynamaya başlamıştı. Sarı bunu bildiği için “Napçen o’lum defter kalemi, hele rehber de neyin nesi?” diye hiç sormadı bile.

Hayde, hayde, çabuk ol, dedi Azem.

Sarı, denilenleri yapmak üzere yerinden fırlayıp otogara doğru yöneldi.

İki arkadaş ısınmış mezar taşlarına yaslanıp oldukları yerde Sarı’nın dönüşünü beklediler. İkisinin de kemikleri sızlıyordu. Az sonra ikisi de dalıp gitmişlerdi.

İki saat sonra Sarı geldi. Otogarın yanında kurulan bit pazarından üstbaş, bakkaldan ekmekle peynir, zeytin almış, bir elinde de defter, kalem. Kâmil Koç’tan da dönüş biletlerini almıştı.

Azem sordu:

Telefon rehberi nerde be yav?

Sarı, yırtık gömleğinin içinden rehberi çıkartıp uzattı Azem’e. İkisi de meraktan ne olacak diye Azem’e bakıyorlardı.

Hayde, oturun karnımızı doyuralım, dedi Azem.

Yemek boyunca hiç konuşmadılar. Suratlarına, çeneleri ne yedikleri yumruklardan lokmaları ağızlarında zar zor çeviriyorlar, yutkunmakta zorlanıyorlardı. Koke de Sarı da ara sıra gözlerini çevirip Azem’in seğirip duran gözüne, inip kalkan kaşına bakıyorlardı. Yemeğin hemen ardından üstlerini başlarını değiştirdiler. Vakit de ilerlemişti. Azem rehberi alıp kucağına açtı, defteri kalemi de eline aldı, iki arkadaş merakla ne yapacak acaba diye Azem’e diktiler bakışlarını.

A be ne bakarsınız, dedi Azem. Hayde, kalkın bakim, şu mezar taşlarındaki isimleri sırayla okuyun bana, dedi,

İtiraz bile etmeden sessizce doğruldular yerlerinden. İki arkadaş olanlara bir anlam vermeye çalışıyor, fakat Azem’in kararlı tavrı ve ses tonu bir şey sormalarına fırsat vermiyordu. Onlar söylüyor, Azem yazıyordu.

Yarım saat sonra defter dolmuştu.

Tamam, dedi Azem, kalkın gidiyoruz!..

Yerlerinden doğrulurken rehberi yine Sarı’nın gömleğinin içine sakladılar. Hep beraber ağır aksak Topkapı Otogarına doğru yürümeye başladılar. Otogara vardıklarında çığırtkanlardan biri yapıştı Azem’in koluna.

Abi nereye? Her yere otobüsümüz var, geç geç abi, dedi.

Azem sert bir ifadeyle ters ters baktı çığırtkanın yüzüne.

Çığırtkan, bu asabi yüz karşısında tutup çekiştirdiği kolu bıraktı, bir başkasına doğru yönelip gitti. Her kafadan bir ses çıkı yordu. Kümese benzer, zar zor ayakta duran iki katlı yazıhaneler, önlerinde üç yüz iki otobüsler… Bazıları yazıhanelerin önlerine yanaşmak için manevra yaparken bir kısmı da sanki yeni gelen otobüslere yer açmak ister gibi homurdanarak harekete geçip ayrılıyordu yazıhanelerin önünden. "Kalkıyooor, hemen kalkıyooor..." seslerine simit satan simitçiler, lahmacunculardan kaset satan kasetçilere kadar her türden seyyar satıcıların sesleri karışıyor, ortalık arı kovanı gibi vızıldıyordu. Ellerinde bavul, etrafa aval aval bakıp duran İstanbul’a yeni gelmiş Anadolu’nun insanları… Esmeri, kumralı, sakallısı, sakalsızı, pala bıyıklısı, yazmalısı, fistanlısı… Binlerce insanın Trakya’ya, ya da Anadolu’ya taşındığı, oralardan gelenlerin de şehre dağıldığı, şehrin içine aktığı yer, İstanbul, Topkapı Otogarı.

Azem ve arkadaşları ağır aksak yürüyerek otobüs yazı hanelerinin önünden geçtiler. Az sonra Kâmil Koç yazıhanesinin önüne vardıklarında otobüsleri perona daha yeni yanaşmaktaydı. Otobüsün camındaki Bursa tabelasını okudular. Daha hareket saatine epey bir zaman vardı. Arabaya binip koltuklarına oturdukları gibi üçü de uyumaya başladılar. Daha on beş dakika bile geçmişti ki otobüse giren tiz sesli işportacının sesiyle uyandılar. Bir kalem alana yanında beş parça ıvır zıvır veriyordu. Az sonra sırayla satıcılar girip çıkmaya başladılar otobüse. Geçişler, mide bulantısına nane şekeriyle başlayıp envaı çeşit ürünle devam etti durdu. En son olarak da Bolu’nun bilmem ne köyünün cami inşaatına yardım toplayan sakallı amcayla bitti geçit töreni. Az sonra muavin: "Hadi hacı abi otobüs hareket edecek, seni de Bursa’ya götürmeyelim." diye camiye yardım toplayan sakallı amcaya seslenirken bir yandan da ön sıradan itibaren yolcuların biletlerini kontrol etmeye başladı.

Henüz otobüslerde sigara içmenin yasak olmadığı günlerdi. Kısa bir süre sonra otobüsün içini kesif bir duman ve tütün kokusu kaplamıştı. Bir ara neredeyse göz gözü görmüyordu. Yan tarafta oturan yaşlı amcayla yanındaki hanım teyze yanlış otobüse binmişler. Muavin onları otobüsten indirmeye çalışıyor. Bir yandan şoför muavine kaynıyor. Muavin bilet kontrol işini sonraya bırakıp bu fırçadan sonra otobüsün arka tarafına koşuyor. Eliyle bir yandan işaretleşirken diğer yandan da "gel gel" diye şoförü yönlendiriyordu. Nihayet bir saat kadar bir gecikmenin ardından otobüs harekete geçti.

Muavinin bilet kontrolu sırasında gözlerini aralayıp biletlerini uzattıkları zaman diliminden Bursa Santral Garajı’na girene kadar uyudular. Muavinin "Hepinize geçmiş olsun, Kâmil Koç hepinize iyi günler diler." seslenişiyle birlikte açıldı gözleri. Otobüsten inip bu defa İnegöl otobüsüne geçiş yaptıklarında akşam karanlığı basmak üzereydi. İnegöl’e vardıklarında ise artık gece olmuştu.

Azem:

Hayde, benim dükkâna gidiyoruz, dedi arkadaşlarına.

Köseleciler henüz açıktı. Geçerken uğrayıp ellişerli üç koçan boş senet kâğıdı aldılar. Sanayi tamamen boşalmış, Osmanbey Caddesi’nde gelip geçen birkaç araba hariç kimse kalmamıştı. Azem’in dükkânı açtılar. Yazıhaneye çıkıp bir süre oturup soluklandılar. Koke ve Sarı hâlâ ne olduğunu anlayamamışlar, olan biteni, daha doğrusu olacakları anlamaya çalışıyorlardı. Azem, telefon rehberini ve mezarlıktaki isimleri yazdıkları defteri koydu önüne. Ardından senet koçanlarını sıyırdı ambalajlarından. Azem sırayla defterdeki isimleri, rehberden de denk gele seçtiği adresleri senet kâğıtlarına yazıyor, doldurduğu senetleri de Koke ile Sarı’nın önüne uzatıyordu.

İmzalayın bakem, diyordu arkadaşlarına. Yalnız isimler değiştikçe farklı imzalar atın, diye de uyardı.

Koke de Sarı da artık Azem’in şeytanca düşüncesini anlamışlardı. Yine de dayanamayıp sormadan edemedi Koke:

Bu ne şimdi, dedi şaşkınlıkla.

Azem, sırıtarak:

Mezarlık senedi taşkafa, mezarlık senedi, dedi.

İkisi de itiraz etmeden her senet serisine farklı farklı imzalar atarak doldurmaya başladılar,

Azem:

Pavyonda paraları ve evrakları kaptırınca borçlulara ne diyeceğiz diye kara kara düşünüyordum. Taksiden mezarlığın önünde inince mezar taşlarının üzerindeki isimler çarptı gözüme. Bir anda beynimde bir şimşek çaktı. Çözümü o mezar taşlarında bulmuştum. Hemen planı yaptım.

Azem, Koke ve Sarı’ya o gece, kimseye hiçbir şey söylemeyeceklerine dair yemin ettirdi. Doldurulan senetleri de aralarında paylaştılar.

Ertesi gün öğlene doğru Sarı ve Koke Azem’in dükkânına geldiler. "Düşündük, taşındık, bu iş bizi korkuttu. Biz yapamayacağız." dediler ve paylaştıkları senetleri Azem’e iade ettiler. Azem çok üstelemedi. Sadece: "Hade be, ödlekler sizi." dedi, o kadar. Sonra alıp kasasına koyduğu senetleri afiyetle kullandı ödemelerinde.

İşte, İnegöl mobilyacılık tarihine "Mezarlık Senedi” diye geçen vakıa bu olayla başladı. Azem bu senetlerin çoğunu Ankara Sitelerdeki mal aldığı mobilyacılara verdi. Günün teknolojisinde senetlerle ilgili istihbaratı gerçekleştirmek zordu. Neticede Azem’e de güveniyorlardı. Senetlerin protesto olup da Azem’e geri gelmesi üç ayı buluyordu. Azem de bunları bir iki ay içinde ödüyordu. Dönemin yüksek enflasyon oranları göz önünde bulundurulursa beş altı aylık ekstra vade, ciddi bir getiriydi. Azem, bu yolla İstanbul macerasının zararını çıkartmakla kalmamış, bu işten bir hayli kazançlı bile çıkmıştı. “Gizli sevişen aşikâre doğurur” derler. Tabii, zaman içinde duyuldu bu olay. Azem bu işin mucidi olmasına rağmen bir müddet sonra bu işi bıraktı. Ama bu yol açılmıştı bir kere. Aradan yıllar geçti.

Koke ve Sarı orta halli küçük esnaflar olarak hayatlarını devam ettiriyorlardı. Azem ise zaman zaman yeni şeytanlıklarıyla göz önünde olmasına rağmen artık İnegöl’ün saygın mobilyacılarından birisi olmuş çıkmış fakat çevresinden, arkadaşlarından kopmamıştı. Özellikle uzun kış gecelerinde mahalledeki lokale birlikte çıkarlar, dördüncüleri değişse de aynı masada yerleri hiç değişmeyen üç arkadaş, bıkıp usanmadan okey oynarlardı.

Bu kış Azem’i sardı bir kaygı. Kara kara düşünüyordu. Hanımı, çocukları iyice bastırmışlardı. Bu sene hanımıyla hacca gideceklerdi. Azem her şeye razıydı, tövbe edecekti. Ama lokale nasıl çıkacaktı? Nasıl okey oynayacaktı? El alem ne derdi sonra? Hacıların, ihtiyarların kahvesi caminin avlusundaydı. Burası ise onun daha ileri yaşlarda çıkmayı düşüneceği bir yerdi.

Bir sonbahar gecesi, yatsıdan hemen sonra Hacı Aslan’ın kafilesiyle ve dualar eşliğinde kutsal topraklara uğurlandılar. Hac süresince hanımı Kâbe’de dua ve tövbelerde Azem’i sürekli uyarıyordu. "Artık kötü yolları bırakacaksın, kahve, kâğıt, içki, âlem filan yok artık! Yaşını başını aldın. Ona göre söz ver." diye sıkıştırıyordu. Sonunda Azem patladı. "Tamam, söz, her şeye tövbe edeceğim ama kahveye çıkarım. Kâğıtları da bir daha elime almayacağım." dedi Azem.

Hacdan dönüşte Azem’i gerçekten değişmiş buldu arkadaşları. Artık sinirlenmiyor, olmadık şakalar yapmıyor, beş vakit namaz vakti camiye gidiyor. Arada sırada lokale uğruyor. Oyun oynayanları seyrediyor bir şeyler içip ardından erkenden çıkıp evine gidiyordu. Koke’nin masasına gitmiyordu. Arkadaşları: "Ne oldu bu adama be yav?" deyip duruyorlardı. Hacdan dönüşte ziyaretine gelen Koke’ye çok bozulmuştu. Belli etmiyordu ama bunca yıllık arkadaşı olmasa bir kalemde silecekti onu. Ziyarette bir oda dolusu misafirin arasında "Azem, Şeytan da taşladın mı be yav?" demişti Koke. Azem de gayet içten bir ifadeyle: "Hem de üç defa," dedi. "Çok kalabalıktı ama yengen le en ön sıradan taşladık." dedi. Koke: "Eeee... Şeytan, ‘Sen de mi more Azem' demedi mi?" deyince odanın içindekiler kahkahadan kırılıp geçmişlerdi.

Birkaç ay sonra Azem, bir gece yatsı namazından sonra lokale geldi. Arkadaşları masayı kurmuşlar. Bağıra çağıra, ellerindeki kâğıtları masaya vura vura okey oynuyorlardı. Baktııı... Baktııı... İçi gitti ama tövbesi, verdiği söz geldi aklına. Bir çay, bir çay daha içti.

Sarı, oyunun ortasında, yancılardan vergi dairesinden emekli Kâni’ye:

Ben tuvalete gideceğim aga, yerime sen bak, dedi.

Kâni kahvenin müdavimlerindendi. Oyun oynayanların sayılarını yazar, yancılık yapar, bazen de böyle kısa süre için masadan kalkanların yerine ellerine bakar, yarım kalan oyunları oynayıp tamamlardı.

İşte o an Azem’in kafasında şimşekler çaktı.

Şimdi Azem’in yine eskisi gibi gözü seğiriyor, kaşı bir inip bir kalkıyordu. Azem düşündü düşündü, düşündüklerini şöyle bir gözden geçirdi, “Tabii yaa!” dedi. Kendi kendine hak verdi. "Ben kâğıtları elime almayacağım diye tövbe etmedim mi, bu yönde söz vermedim mi? Oysa elime almadan da bu oyunu oynayabilirim." dedi.

Sarı geri dönmüş tekrar oyuna girecekti. Tam sandalyesine oturacağı sırada Azem’in gözündeki seğirmeyi fark etti. Kâni o eli bitirdiğinde Azem daha fazla dayanamadı, masadaki dördüncüye:

Sen hele bi dinlen bakim, dedi. Masadakiler şaşırdılar.

Hacı ne yapıyorsun sen, ayıp ayıp, olmaz, dediler ama Azem dinlemedi.

Susun lan puştlar! Ben, kâğıtları elime almayacağım diye tövbe ettim. Tamam, elime almayacağım işte, Kâni, geç lan benim yerime. Oyun Kâni’de kalırsa benim, tamam mı? dedi.

Masada oturanların hepsi de şaşırmıştı ama Azem’in uzun bir aradan sonra geri dönüşü, tekrar ekibe katılması onları da mutlu etmişti. Kâni yalnızca kâğıtları diziyor, sırası gelince dağıtıyor, biraz hafiften yan oturarak Azem’in elindeki kâğıtları görmesini sağlıyor, Azem de "Şunu at, bunu al" diyerek oyunu yönlendiriyordu. Kâni’nin bazen "Olmaz, onu atma yalım," ya da "atalım." demesiyle tartışıyorlar. Fakat Azem, eğer Kâni’yi çok zorlarsa kâğıtları atıp "oynamıyorum lan" demesinden korktuğu için onun dediklerini de ara sıra dinliyor, ona göre oynuyorlardı.

Azem lakabına uygun bir şekilde son vuruşunu da yapmıştı. Çocukluğundan beri ona boşuna “Şeytan” demiyorlardı.