Acıya bile hakkımızın olmadığını öğrettiler bize. Anlatmak değil, kıyasla bastırmak düştü payımıza.

Uzun zamandır fark ettiğim bir durum var sevgili okuyucularım. İnsan, bazen birilerine bir şey anlatmak ister. Derdini, sevincini, hüznünü, öfkesini… Çözüm beklemeden, yargılanmadan, sadece anlaşılmak ister. Ama çoğu zaman bu mümkün olmaz. Çünkü karşımızdaki kişi seni değil, kendini dinliyordur. Sen kelimelerini özenle seçip bir duygunun kapısını aralarken, o içeri dalar gibi hemen kendi hikâyesini anlatmaya başlar. ‘Ben de…’ der. ‘Ben de çok yaşadım…’ der. Senin cümlen yarım kalır, duygun boğazına dizilir.

Biz çözüm değil, şefkat isterken, onlar örnekler sunar. Dinlemek değil, kendini anlatmak isterler. Ve fark etmeden kendi duygularını bizim üzerimize boca ederler. Sen ‘bugün çok kırıldım’ dersin, o ‘benim zamanımda neler oldu neler…’ diye başlar. Sen sevinçten uçarken bile biri gelir, seni yere çeker. Oysa bazı anlarda sadece birinin “Seni anlıyorum” demesi yeterlidir. Bizi aşağı çeken cümlelere değil, bizi olduğumuz yerde gören bakışlara ihtiyacımız var.

Bir de ‘aynalama’ vardır hani… Psikolojide, birinin seni gerçekten dinleyip duygunu yargılamadan sana yansıtması. O an anlarsın ki yalnız değilsin. “Bu çok zor olmalı” diyen biriyle, yükün hafifler. Oysa çoğumuz bunu hiç yaşamadık. Çünkü insanların çoğu seni duymuyor. Anlamak değil, karşılaştırmakla meşguller. Senin hissettiğini ölçüp tartıyorlar. Kendilerininkiyle kıyaslıyorlar. Ve sen, bir süre sonra şunu fark ediyorsun: Sana ait olan duygular artık sana bile ait değil. Başkalarının örnekleriyle bastırılmış, içten içe geçersiz sayılmış.

Empati eksikliği, sadece bir duyguyu anlayamamak değil, bir varlığı görememektir aslında. Dinliyor gibi yapar ama aslında kendi iç gürültüsünü susturamaz. Ve burada duygusal yüklemeler başlar. Kendi korkularını, öfkelerini, pişmanlıklarını senin sözlerinin içine karıştırır. Bir bakmışsın, senin ‘canım yanıyor’ dediğin cümle, onun hayat muhasebesine dönmüş. Senin yükün hafifleyeceğine, onunki senin sırtına binmiş.

Bu öyle sinsi bir alışkanlık ki; kişi farkında bile olmadan kendi duygularını senin alanına sızdırır. Ve sen, hem kendini anlatamamış olmanın hayal kırıklığını, hem de başkasının duygularını taşımanın yorgunluğunu hissedersin. Bu bir tür görünmez gasptır aslında. Anlatma hakkının elinden alınması… Hissetme özgürlüğünün bastırılması…

Ve işte burada devreye büyüklerimiz girer. Kuşaklar boyu aktarılan o suskunluk mirası… “Bizim zamanımızda…” diye başlayan cümleler… Ne zaman canımız yansa, hemen kıyasla susturulduk. “Senin yaşadığın ne ki?” dendi. Duygularımız küçümsendi. Kıyaslandık. Anlatmaya yeltendiğimizde bile, bir çekinceyle başladık cümleye: “Biliyorum başkalarınınki daha kötü ama…”

Bu cümle bile bir travma izidir aslında. Çünkü acının bile bize çok görüldüğü bir anlayışla büyüdük.

Bize öyle kötü bir şey öğrettiler ki: Duygularımızı yaşamadan bastırmayı… Kendi duygumuzu önce yargılamayı… Ve şimdi, yetişkinliğimizde bile içimizde yankılanan o ses var: “Abartıyorsun. Başkalarının derdi daha büyük.”

Ama hayır. Herkes kendi acısını kendi kalbinden yaşar. Kimse kimsenin duygusunu küçümseyemez. Acılar kıyaslanmaz. Acılar sadece görülmek ister. Ve belki de en çok buna hasretiz bu çağda: Gerçekten dinlenmeye.

Bizi susturmadan dinleyen…

Bizi anlamadan konuşmayan…

Kendi hikâyesini dayatmadan sadece yanımızda duran birine…

Anlatmayı bırakanların sessizliğinde çınlayan bir yankı var sevgili okuyucularım:

“Lütfen beni duy, sadece duy.”

                                              Frauadymn