Bazen insan, kendine fazlalık gibi gelen dünyada var olabilmek için önce kendi sesini duymayı öğrenir.

Bazı insanların cevheri farklıdır.

Ve bu fark, bulundukları ortama fazladır.

O ortam, onları hep geriye çeker.

Kimi vücuduyla, kimi konuşmasıyla, kimi fikirleriyle…

Bazen sadece varlığıyla bile göze çarpan insanlar vardır.

Onlar, sürü psikolojisine kapılmaz.

Ve tam da bu yüzden, hep “fazla” görünürler.

Standart yapıdaki insanlar topluma kolay uyum sağlar.

Hayat, onlar için kuralları belli bir oyun gibidir.

Ama kendi benliğini bastıran insan,

hep başkalarını düşünmekten kendine sıra getiremez.

Hayat, sanki hep başkalarının önceliklerini taşır omuzlarında.

Ben hayatı bir tiyatro gibi görüyorum.

Annemiz, babamız, kardeşlerimiz, komşularımız…

Hepsi birer figüran aslında.

Herkes kendi sözünden ve davranışından sorumlu.

Ama o sözler, başkalarının hayatını zehir etmemeli.

Yıllarca başkalarının sözlerini dinleyip acı çeken insan,

bir noktada kendi sesine dönmeyi seçer.

Çünkü yok olmaya mahkûm bir hayatı,

ancak kendi benliğini koruyarak var edebilirsin.

Bizim toplumda değerler hep insandan önce gelir…

Ve sen bugün bu hâlde isen,

o değerleri kendinden önde tuttuğun içindir.

Ama artık çıkışın çok güzel olacak.

Çünkü ilk defa benliğine sahip çıkıyorsun.

İlk defa kendi sınırlarını çiziyor,

başkalarının hatalarını merhamet uğruna görmezden gelmiyorsun.

Kendini yeniden keşfediyorsun.

Herkesin bir gün yalnız yaşadığı bir şehir olur.

Senin için o şehir,

herkesten uzakta,

belki çok bocaladığın ama

en çok da kendin olduğun yerdi.

Bugün evindesin…

Ama çocukluğundaki gibi,

her şey benliğini sarıp sarmalıyor.

Fark artık şu:

Küçükken benliğinin farkında değildin.

Şimdi, onu kaybetmemek için çırpınıyorsun.